Sen benim müzmin üzgünlüğümsün,
Bir kızılcık sopasıdır hatıraların. Yüreğimin orta yerine hep vurmaya meyillidir. Sen benim öfkemsin Nuran, sen benim hiddetimsin. Ömrümden ömür çaldığın kadar, bir nefes almak için verilmiş müddetimsin. Sevmeye usanmayanların sancısını taşırım ruhumda. Aşkın cenk meydanında sancak tutarken, yenilmeye gözlerinde başlamışım ben. Ben de İstanbul gibiyim artık biliyor musun? Şafağına çengelli iğne ile işgal iliştirilen koca bir şehrin ruh haletini taşıyor ve o ruhla yaşıyorum şimdi. Gözlerin işgal ediyor beni, soluk bir resmin ve senden önce ismin dolaşıyor kanlı postallarıyla kalbimde. Oysa bütün şehirlerin bir kurtuluş günü vardır. En güzel ben yenildim sana, en güzel sen öldürdün beni, en güzel benim kalem düştü. Şimdi de en güzel kurtuluş gününü bekliyorum senden. Yokluğunu al götür bu şehirden ve bana sadece seni getir. Diler isen kanlım de, diler isem hısımım de, ama o kanlı postallarla, cümle çiçeklerimin üzerine basıp geçme gönlümde.
Sen benim en şair yanımsın;
Hüzün dedikleri şey, aşka düşenlerin doğurgan yazgısı değil midir Nuran? Her aşkın esmer bir teni olduğunu da bilirsin. Ben sensiz gölgeme yenilmişim. Pusludur gönül dağım. O son öpüşünden beri, yalnızların en yalnızıdır dudağım. Ben Talimhane’ye sığmıyorum, Talimhane bana dar geliyor. Senin sokaklarında gezdikçe sadakat kalemiyle ve aşk mürekkebimle yazmak istiyorum yazabildiğim kadar. Dağlara taşlara, uçan kuşun kanadına. Ve inadına inadına. Söylenmemiş sevda şiirlerini ben söylemeliyim peşin sıra. En kutsi aşkların ben olmalıyım baş tutanı. Bir şiir yazmalıyım mürekkebi öz Türkçe olan kalemden. Sevginin o diri ve gür sesi yarın da duyulsun diye. Bir şiir yazmalıyım. İnsanlık tarihinde varlığım ölümümden sonra da lisanım ile devam etsin diyerek. Ne geçen zaman, ne de değişen fikirler bir çizgi çekebilsin yazdıklarımın üzerine. Ki aşkım ebedilik makamında yenik düşmesin faniliğin karşısında.
Sen benim İstanbul yanımsın;
Ben seni İstanbul kadar sevmiştim, İstanbul gibi hem de. Sen de bilirsin Nuran, o şehrin güzelliğine tanık olanlara, o şehrin etrafında pervane olmak düşerdi. Çünkü geri döndüğümde İstanbul bir yabancı gibi karşılamamıştı beni. Sen de öyleydin, öyle içten, öyle samimi bir şekilde karşıma çıkmıştın ki, sanki ezelden beri aşinaydım senin o duru diline ve cemaline. O bakışların, beni yaşama bağlayan her ne varsa hepsini tek tek geçersiz kılmıştı. Beni hayata bağlama nöbetini artık sen devralmıştın. Seninle aynı dili konuşmak ne güzeldi Nuran. Sen de İstanbul gibiydin. Duygularını öyle hemen dışa vurmazdın. İçine atardın. Sabır doluydun. Avuçlarının ortası Osmanlı kokardı. Bir sabah rüzgârı gibi serinletir ferahlatırdın ruhumu. Medeniyetin farkındaydın, kültürün ziynetindi. Bakışların Emirgan Korusundan çalınmıştı sanki. Öyle bendendin, öylesine bendeydin. Sen mi bu şehrin mayasına dokundun, bu şehir mi senin mayana dokundu da böylesine güzel kaldınız. Birbirinize suretinizden, nefesinizden el mi verdiniz. Küçük bir zaman dilimine sığamayacak kadar büyüktünüz ikiniz de bende. Her mevsim alımlı her mevsimde güzeldiniz.
Sen benim çoğalan öfkemsin;
Yosun kokulu bir vapur kalkar sabahın beşinde Eminönü iskelesinden. Martılara simit atanlara, bir bardak taze çayı buğusunu içine çeke çeke içenlere öfke doluyum. Güneşin ilk ışıkları değerken Sarayı’nın omuzlarına ağaran göğe kızıyorum. Çamlıca’nın ayaklarına kapanırken şehrin bütün semtleri, Gülhane’ye kızıyorum sen olmadığın için. Serserileriyle, hırsızlarıyla sokak çocuklarıyla ebelemece oynayan zabıtalara, Eyüp Camisi meydanında bulunan havuzun fıskiyelerinden göğe fışkıran sulara öfkeliyim. Gündüz vakti yem attığınız Eyüp’ün güvercinleri kanat çırpmasın sen olmadan.
Sen benim dipsiz yalnızlığımsın;
Ne zaman bir vapur sesi duysam, bir mucize bekler dururum. Kalbimi göğe iliştirir, kendimi bir kaleme ve kâğıda vururum. Huzurun kapısını her çalışımda bir hüzün ordusu çıkıyor karşıma. Kapıyı neden sen açmıyorsun Nuran? Ezgimiz neden yarım, yüreğimiz neden yetim kaldı böyle? Yorgun bir süvarinin seyir defteri gibi, kederli bir suskunluk içerisindeyim. Bir Yusuf kuyusudur sessizliğin. Nefesinde kervanlar geçer gönlümün kum çöllerinden. Saçlarına tutunup çıkarmayacak mısın beni bu derin dehlizlerden. Bu nasıl bir İstanbul’dur avuçlarıma bıraktığın. Bütün martıların kanatları yanıktır. Vakit gecenin yarısını geçmiştir. Cümle âlem uykuda, bir tek hiç’liğim uyanıktır. Sahibi arar yalı bahçelerinden devşirdiğim güllerin destesi. Ve içimde kanayan bir İstanbul bestesi. Yetiş ey kalbimin dal ucu, kaderime yetiş.
Sen benim dünya imtihanımsın;
Kolsuz kör bir kâtibin yazmak isteyip de yazamadığı mektubun kayıp sözcükleriyim ben. Babamın döşündeki barut kokusu kadar sen de suçlusun Nuran. Ben, babamı bir lambanın eşliğinde, şehre düşen topların şahitliğinde arka bahçeye gömerken ağlamıştım. Bir de sen gidince ağladım Nuran. Yine de bitti dediğim yerden doğrulmayı başardım. Sırtımda ayak izlerin olsa da ben düştüğüm yerden her kalktığımda yine sana koşardım. Ağlamam gerektiği yerde ağladım, direnmem gereken yerde direndim. Bize ne oldu Nuran? Nasıl bu hale geldik. Elmas hükmünde olan duygularımızı cam fiyatına ayrılık pazarının tezgâhlarında sergiledik. Biz sevgiyi ve aşkı yanlış mı anladık yoksa. İncitmeden, yormadan, yıpratmadan yaşamak varken. Birbirimize mi geç kaldık yoksa?
Sen benim gecikmişliğimsin;
Kıymetlim, kalbimin sevda yanı, ateş yanı, kül yanı, bahar yanı, gül yanı… Nasıl anlatayım seni sana bilmiyorum. Kalemim kifayetsizdir, kâğıtlara sığmaz umman gibi sevdamın bir katresi. Meğerse kışın ardındaki bahar senmişsin Nuran. Kuruyan dudaklarıma düşen suyun en mübarek haliymişsin sen. Penceremin pervazına konan bir serçenin masumiyetiydin. Benim penceremde her anın dirisi olarak seçildiğinin farkındasın değil mi. Özge bir sevincim olduğun da doğrudur. Kalmaya gelmemiştin ki buraya biliyorum. Yüreğim örümcek ağı kırılganlığında. Can kırıkları ve cam kırıkları değiyor kalbimin orta noktasına. İnkârı yok üşüyorum sensiz. Hem de çok üşüyorum. Senin kokuna her hasret kalışımda dipsiz derin bir yardan düşüyorum. Yüzümde sancılı bekleyişlerin, doğmamış kederlerin şafağına uyanışların izi var. Ağıtlarımın mahrem vaktidir sana gecikmişliğim. Bir zaferin başkumandanı gibi Fahir geçiyor ufkumdan. Gözlerimin içine içine bakıyor müphem söylemlerle. Ben hayatın başındaydım evet. Ama seni hayatımın sonuna kadar sevmeye hazırdım. Nezaketin hep sus dedi sana değil mi? Sen kendini zamanı geçmiş bir kadın olarak görsen de ben aşk için zamanı gelmiş bir kadın olarak görüyordum seni. Asıl ben sana geç kalmıştım Nuran. İçim acıyor Nuran ne olur küsme bana. Bir sana geç kalışıma kızma. Yüreğimi yaka yaka yazdım ya mektubumu, o yüzden bir yanı yanıktır bir yanı küldür. Beni bir kez daha öp dudaklarımdan ve ne olur bir kez daha öldür
Sen kalbimin mukaddes ve müstesna arzısın;
Herkes kendi menkıbesinin peşinden koşarmış. Ve herkes koştuğu yaşar yaşarmış. Sen benim İstanbul’umsun Nuran. Öyle bir duruşun vardır ki gönül coğrafyamda. İstanbul burada yaşarken, İstanbul burada can çekişir. Haliç’in kıyılarında Fener, Balat, Ayvansaray’ın sokaklarında bulunan yapılar seni sormayı şiar edinir kendisine. Her ne kadar yaşlansa da yıpransa da sevenin gönlünde değişmeyen sevgilidir İstanbul, aynı senin gibi. Sen İstanbul’sun Nuran, İstanbul da sensin. İçim acıyor Nuran, yüreğimin her köşesinde bir yerler göçüyor gidişinle beraber. Yüreğimin yırtılırken ortaya çıkardığı sestir senin adın. Bir avuç karanlık, biraz pus, biraz alkol kokusu, biraz da istir senin adın. Ben sana bu satırları yazarken Nuran, kendime yeni şafaklar istiyordum rabbimden. İçim acıyor Nuran. Suat’ın o kem bakışları ilhak ediyor ruhumu. İçim acıyor Nuran. Bir kola kaç kelepçe vurulur en fazla, bir bileğe neden bu kadar pranga bağlanır. Sana pervane olanlar, sana ram olanlar neden yüreklerinden dağlanır. Kanlı postalları sineme değerken bir şeyler kopuyor bedenimden, bir yaş daha büyüyorum, ak düşüyor saçlarıma ve uçuk bağlıyor dudaklarımı.
Sen benim yağmur yanımsın.
Bu şehre her yağmur yağdığında, kalemler kıyamdadır, yazılmamış mektupları yazmak için. Ve hüzün şairleri bir mektup beklermiş bu rahmet günlerinde. Dar_ı cihanda öyle bir demde yazıyorum ki Nuran sana, sanki zamanın diline prangalar vurulmuş ve saatler durmuş gibi. Asabımı okşayan bir su sesinde yazıyorum sana. İstanbul sevdasında demlenmiş içli bir türkünün şavkında ve şahitliğinde. Yazmak istiyorum yazabildiğim kadar. Ne olur hiç dinmesin bu yağmur, cama vuran bir katrenin o nazenin süzülmesinde çiziliyor ömrümün yol haritası ve ruhumun damarları. Bütün yollarımı sana çevirdim bugün. Bütün çıkmaz sokaklarımın sonu sonsuzluğa açılıyor sana yazarken. Bütün muştuları senden sayıyorum sevdiceğim. Yağmur yağıyor ve İstanbul’un saçları ıslak bugün. Yüreğinin olanca sadeliği ile mahalle aralarına serpiştirildiği bu şehirde seni kalp gözüyle görebilmektir mesele. Çekip çıkarabilmektir aslolan! Cama vuran yağmur damlalarının sesini duyuyor musun? Sarkaçlı bir saatin tiktaklarında yazıyorum sana. Emanet aldığım selamlar var eteklerimde. Sorgularım, suallerim var sana karşı. Bu şehirde adını andığım her dem bir saat zembereği gibi ruhumda bir şeyler deveran ediyor nedense. Bu yağmur dinene kadar sen anlat Nuran bana. Çünkü bu şehir senin dilinde güzel, senin dilinde suyun serinliğindedir. Bu şehir senin dilinde aşkın yüceliğinde ve okyanusların derinliğindedir. Sen anlatırsan eğer hayat artık eskisi olmayacaktır. Fatih ve Beyazıt’tan çıkasım gelmeyecektir. Dönüp dolaşayım bu şehrin sokaklarında. Her köşe başında bir Nuran olur sen anlattıkça. Anlat ki mümtaz olmak istedikçe bir Suat çıksın karşıma. Suat’la cebelleşeyim. Hala bunalır mısın sen, ruhundaki depremler dinmedi mi? Hayatın realitesinden daha çok iç benliklerine sakladığın yerden çık artık Nuran. Aşk yoksa sen de yoksun, İstanbul da yok. Aşk yoksa sokaklar renksizdir ve tadı yoktur bu sokaklarda yürümenin. Yağmur dinmedi hala. Ne çok ağlayası varmış bugün İstanbul’un. Belki de bu gözyaşları, kendi yaşadığı dönemde sessizliğe ve yalnızlığa mahkûm edilenler içindir Nuran. Sesi duyulanlara ancak sözü okunmayanlara, öyküsü yok sayılanlaradır. Çağın ötesinden, geleceğin umut vaat eden topraklarından kendi çağının insanına seslenen yazarlar için ağlıyordur. Kalabalıklar içindeki yalnızlık mahkûmunadır bu ağıt. Sağlığında ”sessizlik suikastına” uğrayanlaradır
Sen benim keşkelerle dolu yanımsın;
Ben hep Tanpınar’ı suçlarım. Neden zora talip kıldı beni, neden aramıza cümle dağları sıraladı. İçinde vuslat geçen cümlelerin üzerini neden karaladı. Aşk bu kadar güzel iken sana neden söyletmedi senin beni sevdiğini. Neden kalpte saklı kalır aşk, dudaklara değmez satırlarında. Huzur sokaklarında bir eskici edasıyla adım adım hüzün toplattı bana. Mümtaz bir kalplerin yurdunda Nurani sabahlar neden olmadı. Keşke bizim senaryomuzu ben yazabilseydim Nuran. Keşke, keşke.
Donuk bakışlarından ve suskunluğundan öpüyorum seni.
Mümtaz



