Kolumdan çekiştirdi birisi, “Ne yapıyorsun, gel buraya,“ dedi. Kucaklayıp indirdi
korkulukların üzerinden. Yere yığıldım. Acıyan elimden tutarak kaldırdı ayağa. Yumruk
attığım elimdi. Zar zor doğruldum. İrileşmiş gözleri, gün ışığının yansımasıyla ela hareler
saçıyordu. Susku içinde baktı bir süre. Kolumdan çekiştirip, teras kapısına doğru sürükledi.
Aynı kattaki, karşı daireye götürdü. “Elini, yüzünü yıka, serinle,” dedi, kafasıyla banyo
kapısını işaret ederek. Musluğu çevirdim sonuna kadar. Su akmıyordu.
“Salona gel,” diye seslendi kapı aralığından. Tekli koltuğunda oturuyordu.
“Yıkayamadın mı yüzünü?” dedi, elini karşısındaki kanepeye uzatarak.
“Sular kesik sanırım,” dedim buyur ettiği yere çökerken.
“Yine mi akmıyor? Hidrofor bozuktur, o yüzden akmıyor olmalı,“ diyerek doğruldu.
“ Su yoksa kolonya var,” dedi büfeye yönelirken. Büfenin yanındaki duvarda yağlı boya bir
tablo asılıydı. Dalgalı denizin kenarında minicik bir ev parlıyordu. Bahçesindeki masada
oturan anne ve baba, top oynayan küçük oğlan çocuğunu izliyordu. Dalgalar önce evi, sonra
onları yutmaya hazır gibi iri iri kabarmıştı.
“Al bakalım,” dedi kolonyayı birleştirdiğim avuçlarıma dökerken. Keskin kokusu tüm salonu
doldurdu. Acıyan elimdeki yara sızlamaya başladı. Tabloyu kaplayan denizin yakıcı suyunun
etkisini tenimde duyuyordum.
“Yazlığımız. Babam çizmişti. Küçüktüm o zamanlar,” dedi, önce bana sonra tabloya bakarak.
“Anlat bakalım, neydi seni intiharın eşiğine getiren?“
Anlatmasam daha iyi. Bir şey söylemeden de olmaz ki. Neresinden başlasam eksik kalacak.
“Az önce istifa ettim. Başardılar.”
Sessizce önüne baktı. Bir süre sustuktan sonra:
“Bunun için canından olmak istemeye değer mi?”
“Tek neden o değil.”
Kaşlarını kaldırarak, yüzünü yana eğdi.
“Nişanlanmak üzereydim. Bir haftadır gözümün önünde şefle düşüp kalkıyor. Bir açıklama
yapma gereği bile duymadan.”
“Dayanamadım bu sabah. Şefin gözüne yumruğu yapıştırdım.”
İrileşen gözlerle gülümserken, kafasını aşağı yukarı salladı. Vitrindeki çerçevede duran
fotoğrafa baktı. Bir kadına sol koluyla sarılmıştı. Arkalarında iri çam ağaçları vardı. Ağaç
gövdesinin gölgesinde kalmıştı kadın. Fotoğrafa yayılan gün ışığının aklığından sıyrılmıştı.
“İşe alındığında bir şey bilmiyordu. Öğrettim. Yengesiyle anlaşamıyormuş, bende kalmaya
başladı.”
“Anlıyorum,” dedi bakışlarını çerçeveden ayırmaya çalışarak.
Neyi anlayabilirsin ki yaşamadan? Bir senedir aynı maaşla çalıştırılıp, oyalanmamı mı? Bana
çelme takarak üst göreve getirilen, ihanetine uğradığım kadını mı?
“Ben kalksam iyi olacak,” dedim kanepeden doğrulurken.
“Nasıl isterseniz, numaramı vereyim size, ne zaman isterseniz arayabilirsiniz.”
Dış kapıya doğru yürürken, elime bir kağıt tutuşturdu.
“Aziz ben.”
“Memnun oldum ama beni ölmekten alıkoyduğunuz için size teşekkür edemiyorum,” dedim
elini sıkarken. Bir şey söylemedi. Arkamı döner dönmez kapısını kapadığını, koridorun
zeminindeki dörtgen ışık yansısının kararmasından anladım. Aşağı inerken, merdiven
boşluğuna bodrum kattan yayılan uğultuları ayrımsadım. Giriş kata geldiğimde
korkuluklardan kafamı sarkıttım. İki usta hidroforu tamir ediyordu. Gri tonlarında sıvasız
zeminden gelen nemli kokuyu duyunca öksürdüm. Ustalar kafalarını kaldırıp bana baktı.
Birbirlerine bakıp güldüler sonra.
“Hayırdır abi, suyun mu akmıyor ?” dedi kirli sakallı olanı. Sigarasının izmaritini yere atıp
üzerine bastı.
“Birazdan akar ama iki gün sonra yine kesilir. Hidroforla, tesisatın düzen tutmasını bekleyen
daha çok bekler.” dedi gözlüklü penseyi çevirirken.
Bir şey demeden çevirdim kafamı. Apartman kapısına doğru yürürken konuşmaya devam
ediyordu:
“Ahmak, hidroforun düzen tutacağını sanıyor, ulan binanın tesisatı baştan çürük.”
Caddede kalabalıkla karşılaşınca bir an duraksadım. Ellerimi içindekileri yoklarcasına
pantolonumun ceplerine götürdüm. Çocukluğumda aynı tepkeyi gösterdiğimde, ilkokul
öğretmenimden azar işitirdim. Sabah sınıfa girer girmez, kimseyle göz teması kurmadan
“Okul aidatını ödemeyenler tahtaya çıksın.” derdi. Sesindeki sertliğin yarattığı ürperti ile
tahtaya doğru yönelirdim. Benim dışımda da üç dört kişi, diğerlerinin alaycı bakışları altında
tahtaya çıkardı. Elim kendiliğinden cebime gidiverirdi. “Elini cebinden çıkar.” diye bağırırdı
öğretmen. Sıralardan tahtaya doğru kahkahalar yükselmeye başlardı. Öğretmen de onları
kırmamak istercesine gözlerine yansımayan bir gülümsemeyle alaycı alaycı bakardı. Cadde
arasına uzanan sokaktaki iki katlı apartmanıma ulaşmam, ağır adımlarla yürüsem de çok
sürmedi.
Eve gidince musluğu açtım. Bugüne kadar hiç görmediğim gürlükte, şırıl şırıl akıyordu. Suya
değmedim. Yalnızca akışını izledim. Aziz Bey’i çağırmaya karar verdim. Musluğu kapayıp
odaya geçtim. Telefon numarasını tuşlarken kalp atışlarımın sesi kulaklarımdaydı. Sesine etki
eden bir güleçlikle açtı telefonu. İki kadeh şarap içelim, dedim. Emin olup olmadığımı sordu.
Kabul etti. Evimin yerini tarif ettim. Telefonu kapatınca derin bir soluk aldım. Kakmalı ahşap
dolabımın rafındaki kitapları araladım. Arkasına gizlediğim yıllanmış kırmızı şarabı çıkardım.
Su bardaklarına doldururken dibindeki çökeltiyi Aziz’e sunacağım bardağa ekledim. Kapı
çalıyordu. Açtım, gelmişti. Yüzü yere dönüktü. Kafasını doğrulttu. Boynunu gererek, üstten
yönelttiği bakışlarla gözlerini aşağı devirdi. Birkaç adım geri giderek kapının kolunu
kavradım. İkimiz de bir şey söylemeden bir süre bakıştık. İçeri girdi.
Masaya buyur ettim. Duvarın üzerinde asılı duran bakır tavaya göz attı.
“Anneannemden kaldı.”
“Ne güzel… Yerleri çok ayrıdır. Ben de çok özlüyorum anneannemi,” dedi, gözleri dolarak.
Benimki özlem değil ama yine de tavası asılı duvarımda. Antika saatlerini, elmas küpelerini,
banka kasalarında sakladığı diğer mücevherleri çocukları kapıştılar. Büyük oğlu, “Seni
büyüttü, biz de yetişmen için elimizden geleni yaptık. Duvarına as, baktıkça hatırlarsın. Vefa
önemli…” demişti, gözlerini ayırmadığı tavayı verirken.
“Şarap ne kadar lezzetli, kaç yılın tortusu var içinde,” dedi koca bir yudum aldıktan sonra.
Bakışları esrikleşti. Dolaptaki kitaplara göz attı. Ayağa kalkıp, kitaplara doğru yürümeye
başladı. Bardağı kafama dikerek, tamamını içtim. Sandalyemden zar zor doğruldum.
Yürürken sendelediğimin ayırdındaydım. Duvardan tavayı aldım. Kulpunu sıkıca tuttum.
Arkası bana dönüktü. Gözüne kestirdiği kitabı eline almış, gülücükler saçarak okuyordu.
Tavayı kafasına indirdim. Üstüme devrildi. Yere yığılıverdik. Görüntüler bulanıklaşmaya
başladı. Gözleri hareket etmiyordu. Tava elimden kaydı. Uğultular yükselmeye başladı.
Anneannem girdi içeri.
“Ne yaptın sen ?” dedi yüzünü buruşturarak. Bir şey demedim. Kafasını yana salladı. Yerden
eğilip tavasını alırken “Babası çekti gitti. Başımıza kaldı. Kaç kere dedim şu adamla evlenme
davul bile dengine… Dinleyen kim. Melek olup uçtun göğe, soyu batasıca yanımızda.” dedi.
Tavayı duvardaki yerine asarken, hidroforu tamir eden işçiler girdi içeri. “Düzen tutmaz
dedik, borular çürük.” diyordu kirli sakallı olanı. “Çürük yavrum, bilmez miyim ?” dedi
anneannem. Uğultu kesildi bir süre sonra. İşçilerle anneannem de kaybolmuştu. Aziz
kıpırtısızca yatmaya devam ediyordu. Ayağa kalkıp, pencereye doğru yürüdüm. Güneş
bulutların arasından parlıyordu.