Evin karanlığa gömülmüş olduğunu fark edememiştim. Beyaz duvarların üstüne hafif mora çalan bir karanlık düşmüştü. Her yana saçılmış kıyafetler, eşyalar ve bazı çer çöpler görülmez olmuştu. “Güzel” dedim kendime kendime “En azından ortalık artık o kadar da dağınık gözükmüyor”. Başımı dayadığım elimi serbest bıraktım. Hafifçe uyuşmuştu. Gözlerimi pencereye çevirdim. Alaca karanlık… Günün son saatleri. Pazar gününün akşam saatleri niçin insanı böylesine yorar diye düşündüm kendi kendime. “Hem de çok yorar…” diyerek kendimi kanepenin kollarına bıraktım. Zihnim karıncalanıyordu. Binlerce düşüncenin aynı anda beynimden geçtiğini hissettim. Yarın sabah erkenden iş… Kaçta kalkmalı, yedi ? Uyku yetmez ki… Ya gitmesem, patrona ne demeli? Ah o herife de dert anlatılmaz ki. Uykusuzluk başa bela. Dün kaçta uyuyabilmiştim, iki ? Ya ondan önceki gece… Hatırlamıyorum. Kanepeden doğruldum. Evin içi biraz daha kararmıştı. Sehpaların üzerinde gözlerimi gezdirdim. Birkaç bira şişesi ve çerez çöpleri insanla alay eder gibi duruyordu. Ayağa kalkıp pencereye geçtim. Dışarısı iyiden iyiye kararmış, sokak lambalarının ışığı yanmıştı. Evler halen daha kederli… Renkleri her daim sönmüş, sıvaları dökülmüş çarpık evler… Depremde yıkılmaya yemin etmiş gibi duran evler. Çarpık, zevksiz, bu dünyanın -tabii eğer varsa- güzelliğinden nasibini alamamış hiçbir şeye benzemeyen çirkin evler! Lakin, ben de bu evlerden birinde oturmuyor muyum? Ne yazık… Çocukken alçak villalardan oluşan bir sitede oturacağımı sanırdım. Arabalar caddede yine trafik oluşturmuş, korna sesleri uzaktan duyuluyor. Aklıma o geliyor… Gözlerimi sımsıkı kapatıp açtım. Hayır, hayır düşünme… Gerisi geriye döndüm, ev ne kadar da sessizdi. Bütün hilkat kesilmişti lal, Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl. Ahh! Nereden geliyor bunlar aklıma? Ellerimin titrediğini hissettim. Gözlerimi kapayıp kanepeye kendimi tekrar bıraktım. Bir süre gözlerimi kapalı tuttum. Tekrar açtım. Beyaz duvarlara bakarken aklıma yine o geldi, duvarlar üstüme üstüme hücum etti. İnsan kendiyle olan savaşını sürdürürken niçin göğsünde dermansız bir acı hisseder? Halbuki acıyı da yaratan kendisi, kendi bedeni değil midir? Yahut savaşı başlatan yine kendisi? Kazanan ve kaybeden yine kendisi? Neyle kime karşı savaşıyorduk ki? Benliğimizle aslımıza karşı mı? Aklımızla kalbimize karşı mı? Olduğumuz kişiyle olmak istediğimiz kişiye karşı mı? Hepsiyle mi yoksa hiçbiriyle mi? Ah… Onun ela gözleri, tertemiz masum bakan gözleri… Tekrar doğruldum, iki elimi başımın arasına alıp eğildim. Ne oluyordu bana?
O halde birkaç dakika kaldım. Ne düşündüğümü hatırlamıyorum, belki de hiçbir şey düşünmedim. Can sıkıntısı yine hücum etti, ayağa kalktım. Telefonumu aradım bir süre. Yorganları, yastıkları havaya uçurdum; kıyafetleri o yana bu yana savurdum. Telefon kanepenin arasına sıkışmış duruyordu. Hiç yeni bildirim yok… Yalnızlık da başa bela. Telefonun kilidini açtım. Yeni bildirim olmadığı halde ondan yeni bir mesaj var mı diye baktım. Yoktu. Profil resmine baktım. Güzeldi. Şu kadınlar ne diye fotoğraf çekilirken dudaklarını büzer? Kendi profil resmime baktım. Daha önce defalarca bakmıştım tekrar baktım. Acaba yakışıklı mıydım? Dünyanın şu şahane(!) estetik şartlarına mazhar olabilmiş miydim? Ben de kendimi topluma kabul ettirebilmiş, insanların saygısını kazanabilmiş miydim! Bunları söylerken kızgınlıkla mırıldandım. Yine ellerim hafif hafif titremeye başlamıştı. Balkona çıkıp bir sigara mı içmeli? Hani azaltacaktın sigarayı? Hani daha çok hareket edecek yürüyüşlere çıkacaktın? Hani o bırakıp giderken seni bu öksüz tavrını takınmayacaktın? Peh! Şu şiirler de nereden geliyor aklıma, hoyrattır bu akşam üstüleri daima! Sussss, susss! Saçlarını ne de güzel yapmıştı geçen gün, kıvrım kıvrımdı. Susss susss! Hele nasıl konuşmuştu senle, ne demişti sana hatırlıyor musun? Susss, hatırlamıyorum susss. Başım çatlayacak, beynim bulanıyor sanki… Başın döner, beynin bulanır fena kan kaybedersin… Öyle miydi şiir, emin olamıyorum. Sanki neyden emin olabildim ki şuncacık hayatımda! Olmak ya da olmamaktı bütün mesele. Kim söylüyor bunları? Konuşan kim?
Balkonda sigara yakmış, derin derin iç geçirirken buldum kendimi. Buraya ne vakit geldim? Karşı binanın pencereleri yanıyor, hepsi de donuk, kirli, sarı…Hava serin, üşümüş bir kadının elleri gibi bir serinlik. Onun elleri de böyle üşür mü acaba? Hayır, hayır onu düşünmek yok! “Unuttun mu?” “Neyi unuttum mu?” Garip bir harmoniyle lakin gaipten konuşuyor gibiydi ses: “Düşünmemeyi!”. “İnsan nasıl olur da düşünmez. Düşünmeden durabilir mi insan?” “Elbet durur, bak etrafına… Düşünen tek bir insan var mı? Düşünseler böyle mi olurdu hayatları? Bu dünya böyle mi kurulur, bu düzen böyle mi giderdi?” “Gitmez miydi?” “Gitmezdi tabii. Ah insan bi düşünmesini bilseydi… Sen de düşünme, onlardan ol”. “Ya beni ben yapan şeyler… Sevmek, düşünmek, anlamak… Ateşe korla mı gitmeli?” Ses şiddetini arttırdı, temposu yükseldi. Uğultu halinde geliyordu neredeyse bu sefer: “Çivi çiviyi sökermiş, ateşe de ateşle karşılık verilirmiş. Şimdiye kadar sevdin de ne oldu, hep aldatıldın, enayi yerine kondun. Şimdiye kadar düşündün de düşündün. Sabahlara akşamlara kadar düşündün. Başın çatlayıncaya kadar beynin eriyinceye kadar düşündün. Eline ne geçti? İnsanları anladın, onlara tevazuyla, anlayışla yaklaştın. Onlar ne yaptı…” “Tamam sus artık!” Kim? Susacak olan kim? Ses gaipten geldiği gibi yankılanarak kayboldu.
Sigaranın külü aniden dudağıma değdi, yaktı. Bu yakışla ayıldım. Sigarayı küllüğe tükürdüm. Dudadığımı tuttum. Sıcaktı, yanmıştı. Hışımla içeri geçtim, aynaya baktım. Gözükmüyordum, içerisi loş karanlık… Şak! Işığı yaktım. Kendimi gördüm. Yıkılmış bir vaziyette. Yıkılma sakın! Bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat yıkılmak elinde mi? Ses tekrar konuşuyordu. Dişlerimi gıcırdatarak yanıt verdim: “Hangi hayatmış Allah aşkına… Kimin hayatı bu, nasıl bir hayat? Hayat ölürken yaşayanlarla doludur dostum”. Ses cevap verdi: Ölüyoruz demek ki yaşanılacak. Evet yaşanılacak… Hem de öyle bir yaşanılacak ki, sabah yedide gün daha doğmadan uyanacak otobüslere, metrolara, arabalara binecek günün belki on saati üç-beş kuruş için kendini kapitalizmin kanlı pençelerine teslim edecek bir kuruş daha fazla almak için vücudunda kalan son damla kanı mesaine feda edeceksin! Ve yaşayacaksın. Öyle bir yaşayacaksın ki kendini ezdirmediğin, el etek öpmediğin bir günün dahi olmayacak! Alnından fışkıran emek terleri öyle bir boşuna düşecek ki toprağa ve öyle bir karşılığını alamayacaksın ki sen bile şaşıracaksın! Ve tatil günleri oraya buraya gitmeyi, sahile inip arkadaşlarınla ailenle buluşmayı yaşamak zannedeceksin! İki üç kitap bir film izleyip “kendini geliştirdim” diye düşüneceksin ve tüm bunlarla kendini o kadar güzel kandıracaksın ki… Yaşadım sanacaksın! Şimdiden acısı çekilecek bunun. Evet çekiliyor, çekilecek. Duyulacak mahzunluğu şimdiden, Evet duyuluyor, duyulacak. Böylesine sevilecek ki bu dünya, yaşadım diyebilmen için. Yaşadım diyebilmem için…
Gözlerimde tomurcuk yaşlar birikmişti. Dudağımı inceliyordum. Kızarmış ve dokununca acıyordu. Pek ciddi bir şey olmadığına kanaat getirip aynadan çekildim. Üstüm acı sigara kokuyordu. Ev de öyle, yaşam da öyle. Acı sigara, acı tütün… Birden ne söylemişti kadın, hatırladım: “Hayat bir sigara dumanına benzemiyor mu sence de?” Dışarıda ayaz vardı biz üşüyorduk. Saat dokuz suları olsa gerek, mesaiden çıkmıştık. Bir sigara yakmıştı, parmaklarımın ucunu yakmıştı. Anlamaz gözlerle ona bakmıştım, tam cevap verecekken sözümü kesmişti: “Yani düşünsene, sigaranın dumanını içine çekiyorsun. Rahatlamış, mutlu ve dingin hissediyorsun kendini bir anlık. Sonra nefesini veriyorsun. Dumanla birlikte o rahatlık, mutluluk, dinginlik uçup gidiveriyor. Hayatımızda da bu rahat, mutlu, dingin zamanlar pek az ve anlık değil midir? Ve günün sonunda yitirilmemişler midir?”. Derken otobüsü geldi, sigarasını küllükte söndürüp iki adım attı. Fakat bir an durdu, arkasını döndü bana baktı. Gözleriyle sanki bunu bir düşün diyordu. Duyulur duyulmaz bir sesle “Hoşçakal” dedi. Otobüse binip kayboldu. “Demek hatırladın en nihayetinde”. “Evet, hatırladım”. “Ne düşünüyorsun, doğru mu kadının söyledikleri?” “Bilmem, belki doğrudur”. “ Ne hissediyorsun içerinde?” “Bir aşka başlamanın korkusunu”.
Tamamen teslim olmuş vaziyetteydim. Evet onu düşünmeyecektim, bunları düşünmeyecektim. Fakat yenildim, düşüncelerime boyun eğdim belki de onların esiri oldum. Kim bilir… Onu düşünmek, nasıl da sevinçli bir hadise; nasıl da dünyayı güzel kılan bir eylem. Seni düşünmek güzel şey, seni düşünmek ümitli şey. Fakat artık nasıl yapmalı, etmeli, oldurmalı da onu sevmemeli? Son ders-i felaketten hiç nasibimi almadım mı? Son ders-i felâket neye mâl oldu? Düşünsen… Birçok şeye, hayal edemeyeceğin kadar çok şeye mal oldu. Düşünsen… Hatırlasan… Bilsen… Susss susss, düşünüyorum, hatırlıyorum, biliyorum! Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden! Ses uğultular halinde beynimde yankılanıyor, tırnaklarımla kulaklarıma asılıp onları kanatasım geliyor. Son ders-i felaket ne demektir? Ses öylesine rahatsız edici ki dayanılır gibi değil. Ne demektir? Ne demektir? Kollarım gıcıklanıyor, tüylerim diken diken. Biliyorum, son ders-i felaket ne biliyorum! Aşk nelere kadirdir, insana neler yaptırır biliyorum! Aşk neleri yutturur, nasıl insan gururunu ayaklar altına alır, bunları da biliyorum…. Sonu nasıl felaketle, nasıl hüsranla sonuçlanır, onu da biliyorum! İnler safahatimde hüsran bile sessiz! O halde kurtulmaya azmetmeli baştan başa bu hislerden. Evet, korkuyorum. Bir aşka başlamaktan korkuyorum. Çünkü sevme eylemi benim kalbimden alındı. Ben istemeden hem de… Hem de bende bütün insanları sevebilecek kadar mağrur bir yürek varken. Alındı… Alındı… Göğsümün acıdığını, içimin cız ettiğini hissettim. Yitirilmiş bir aşka benziyordu dünya. Soluğu yine balkonda aldım.
Günün son ışıkları ha battı ha batacak vaziyette. Akşam, akşam yine akşam. Şu dünyada özgür bir kuş olsam… Ağzında zeytin dalı taşıyan beyaz bir güvercin olsam. Dünya olsa beyaz beyaz! Apaklığa kesmiş olsa, bütün günahları silinip gitmiş olsa. Beyza beyza fışkırsa bütün gök, yer, deniz! Söylerdik: Biz de sizdeniz! Biz de sizdeniz! Gün kavuştu, artık tek bir ışık demeti bile yok ortalıkta. Karşında ziya olmasa… Alemde ziya kalmasa… Gece, yani karanlık, yani siyah… Yani insanlar sahipsiz. Hepsi evlerinde yorgun yatıyor, kim bilir neleri kimleri düşlüyorlar. İnsan, alemde hayal ettiği müddetçe yaşar! Peki benim hayalim ne? Bu keskin soru sanki bir anda şakaklarımı kesti. Gözlerimin kocaman kocaman açıldığını hissettim. Benim hayalim ne? Bu sorunun cevabını bulamıyordum. Ellerim ayaklarım buz kesti. Hışımla içeri atıldım. Sağa sola yalpalıyor, yüreğimde şiddetli bir ağrı duyuyordum. Hayalim yoktu. Bu dünyadan istediğim tek bir şey bile kalmamıştı. Böylesine ihanet mi etmişti hayat bana? Yoksa ben mi yaşama ihanet etmiştim, ondan ümidi keserek? Hayat, artık imi timi belirsiz bir yol gibi geliyordu bana. Bir adım atsam sanki düşeceğim. Bir gamzelik rüzgar yetecek, ha itti beni, ha itecek. Bu yola çıkamam, mümkün yok adımımı atamam.
Geri balkona dönmüş, çelikten korkuluklara tutunmuş, ağırlığımı onların üzerine vermiştim. Gözlerimi hafifçe araladım. Yüzümü gördüm, gözlerimi… Nasıl da yorgun bakıyorlardı. Yine onu hatırladım. Sen, sevmeye korktuğum kadın. Şu akşam vaktinde, ne istersin benden? Yol uzakta değil, hemencecik ayaklarımın dibinde. Fakat; karanlık, siyah. Nasıl olur da ilerleyebilirim bu yolda, yolu bilmeden? İnsanın hayatta bir ideali, bir hedefi olmalı. İdeali olmadan insan nasıl yaşar? Yaşayamaz, elbet yaşayamaz. Bir anda beynimde bir şimşek çaktı. Başımı hızla kaldırdım. Yine o gözlerimin önündeydi. “Ben…” dedim. “Onu sevmeliyim”. Sevmeden de insan yaşayamaz. Sevmeyi kaybetmiş insan, ne anlar yaşamaktan? Sevmeden insan, hayatı nasıl yaşayabilir, yaşayamaz! Mümkün yok yaşayamaz. Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Bir şeylere başlamak, o imi timi belirsiz karanlık yola çıkmak, sevmeyi gerektirir. İşte o halde ben sevmeliyim. Korkmadan, bıkmadan, usanmadan sevmeliyim, onu seviyorum, daha çok sevmeliyim. Huzurla, tutunduğum korkuluklardan doğruldum. Dışarısı ayaz kesmişti lakin ben cayır cayır yanıyordum. Aydınlığa kesilmişti bir anda dünya. İçeri geçtim, ev nasıl da sakinlik doluydu. Ses son sözünü söyleyip gitmişti. Aklımda sadece o ve onu sevmek vardı. Tek dertlerim bunlardı. Ah insanın hayatında tek derdi bu olsun, sevmek olsun. Nasıl da diğer her şey katlanılabilir oluyor… Sevmekten korkmamalı insan. Sevmek bir ışık gibiymiş meğer bilememişim. Yolunu, idealini, hayallerini aydınlatan bir ışık. İnsan bu ışığı, yaşadığı müddetçe elinde taşımalı. Yoksa dünya her daim karanlık kalacak. Bir insanı seversem, dünya ancak aydınlanacak!
Betimlemesi oldukça başarılı, karakterin duygu ve davranışları çok iyi anlatılan, meselenin sevdiğinin elinden ölmenin profesyonelce anlatıldığı bir hikaye. Yazarı kutluyorum👏
Değerli yorumunuz için teşekkürler.