Her şeyin ortalıkta olduğu, hiçbir şeyin saklanmadığı köy ortamında doğmuştu İlyas.
Tahta kapılı evler, karşılıklı bakışır kucaklarında aksakallı dedeleri, yaşlılıktan buruş buruş olmuş nineleri ağırlardı. En güzel en candan muhabbetler edilirdi onların önünde.
Kiminin elinde örgü, kiminin önünde kılçıklarından arınacak fasulye, kiminin çuvalında kozasından kopacak ceviz…
O zamanlarda gençler tarlaya takkaya gider, evde yaşlılar ve çocuklar kalırdı. Çocuklar sokakların efendisi, Yaşlılar evlerin piriydi. Öyle kötülük yapmak nedir bilinmezdi. Tek eğlenceleri dedikodu yapmak, gelinleri çekiştirmekti. Gelinlerde tarlada kaynanalarını…
Akşam olunca o dedikoduları yapan onlar değilmişçesine, evin tüm ahalisi tek yürek olup yer sofrasında sıcacık tarhana çorbalarını kaşıklar, şundan bundan konuşur, gülüşürlerdi.
Bu evlerden birinde yaşıyordu İlyas. O doğduğunda dedesi erkek torunum oldu diye havaya üç el silah sıkmıştı da, kimsecikler garipsememişti. Orada erkek olmak, erkek doğmak ayrıcalıktı. Erkek çocuk soyunun devamını sağlar, ad sürdürürdü.
İşte İlyas bu ayrıcalıklar içinde büyüyordu. Daha doğrusu büyümeye çalışıyordu.
Anası İlyas’ta bir gariplik olduğunu seziyor fakat tek bir kötülük konduramıyordu.
Biricik yavrusu akranlarına karışmaz, onlarla oynamaz, akşama kadar bir köşede sessizce otururdu. Zaman zaman öfke krizlerine tutulur, kafasını o duvardan bu duvara vururdu.
Onu, köyün nefesi kuvvetli hocalarına okuttular. Muskalar yazdırıp orasına burasına astılar. Ama ne çare ki İlyas hep aynı İlyas olarak kaldı.
Artık İlyas’a derman aramayan aile bu durumu kanıksamış, bu halleri normalden saymışlardı.
İlyas delikanlılık çağına geldi. Bu çağ delişmen bir çağ olduğundan hastalık iyiden iyiye kendini göstermişti. Artık saklanamaz bir hal almış, ayyuka çıkmıştı.
Tüm köylü İlyas’ın hastalığını konuşuyor, kendilerine, çoluk çocuklarına zarar vereceğindin korkarak yaşıyorlardı.
Bir temmuz akşamı köylü ekinlerini harman yerine getirmiş, saman yapmak için sıralarını bekliyorlardı. Beklerken bir yandan karpuz kesiyor, öte yandan çaylar demleniyor, beri taraftan da ağza alınmadık küfürler savruluyordu. Gecenin keyfini çıkarmakta olan köylünün seslerini böğürerek koşmakta olan İlyas kesti. Öyle böyle böğürmek denemezdi buna. Sanırsınız hayvan boğazlanıyor. Zifiri karanlıktan koşarak çıkan İlyas’ın üzerinde hiçbir şeycik yoktu. Anadan üryan koşuyordu.
İlyas’ın babası oğlunu görür görmez eline geçen ne varsa avret yerlerini kapatmaya uğraşıyordu.
Bu durum İlyas’ı iyice zıvanadan çıkarmış, azgın bir boğa gibi ona buna saldırmaya başlamıştı.
Bir aralık anasını gören oğlan doğruca ona koşup boğazına yapıştı. Kadıncağız nefes alamıyor, mengene gibi parmakların arasında can verdi verecekmişçesine cebelleşiyordu.
Harman yeri bir kasırga, bir tufan, kara kara cadıların cirit attığı bir yere dönüşüvermişti.
Karısını oğlunun elinden kurtarmak isteyen adama dönen oğlanın, alevler saçan gözlerinde iblisi gördü. Görür görmez tınazlara koştu.
Bir aralık tınazların önündeki sofraya gözü ilişti. Sofrada kocaman karpuz, onu yarıya kadar yarıp öylece bırakmış koca bir bıçak vardı. Adam bıçağı kaptığı gibi koştu. Adamın gözü dönmüştü. Elindeki bıçağı hiç düşünmeden oğlanın orasına burasına sokuyor, dinlenip tekrar tekrar sokuyordu. Can havliyle oğlan deli danalar gibi böğürdü. Böğürdükçe etrafa kanlar saçıldı.
Bir müddet sonra çırpınmalar durdu. Böğürmeler kesildi. İlyas son nefesini oracıkta verdi.
O köy, o evler, o harman yeri sonsuza kadar sessizliğe gömüldü.