“Şu kadarını hatırlıyorum ki güneşin ışıklarını tutmaya çalışırdım.
Babam ‘avuçla oğlum, bana getir’ derdi.
Ben de oynaya zıplaya avuçlayıp babama getirirdim.
Avucumu açıp da verecek bir şey bulamayınca hayret ederdim.
Köy yerin eğlencesinden ne olacak, babam beni bu şekilde eğlendirirdi.” Aşık Veysel[1]
Tarihsel Arkaplan
Büyük sanatçıların ömrü, hikâye edilenin içine sığmaz. Yaşadıkları dönemi aşar ve tanığı oldukları çağın ötesine taşınır.
Milattan önce 9. Yüzyılda yaşamış İlyada ve Odessa’nın yaratıcısı Homeros, On üçüncü yüzyılda yaşamış Yunus Emre, on altıncı yüzyılda yaşamış Pir Sultan Abdal, Köroğlu, 17. Yüzyılda yaşamış Karacaoğalan, sonsuzluğa ermelerinin üzerinden yüzyıllar geçmesine karşın, ömürlerinin parantezini aşarak bugüne, bugünden de yarına akan soy ozanlardan sadece bir kaçıdır.
Bu sadece iyi söz söylemiş olmalarından ileri gelmez. İyi söz söylemiş olmaları yanında, yaşadıkları dönemi çok boyutlu bir şekilde kavramış, içerisinden çıktıkları topluma yüzlerini dönmüş ve o kültürün birikimini solumuş olmalarından ileri gelir. Bu yaşadıkları dönemi doğru okuma şuurudur. Kültürel devamlılığın temsilcisi olurlar ve bu bir sanatsal edenim yanında kültürel bilinç kazandırmadır. Yerlilik, coğrafi olduğu kadar yüksek kültürel farkındalığa da sahip olmak demektir. Birikimi fark etmektir. Âşık Veysel, bu soy ozanlardan biridir.
Onun dünyaya gözlerini açtığı kültürel coğrafya tarih içerisinde çeşitli halk ve kültürlerin birbirini aşıladığı, kaynaştığı, gen alışverişinde bulunduğu bir bölgedir. Bir kültürel havza olarak Sivas ve çevresi, Hititler, Frigyalılar, Asurlar, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Ermeniler, Rumlar, Sasaniler, Araplar, Moğollar, Türkler… çeşitli zamanlarda bu halkların karşım yeri olduğu gibi, Hititlerin stratejik kalesi, Kadı Burhâneddin, Danişment, Eretna Beyliği’nin başkenti, Selçuklu Devleti’nin güzellikler beldesi olarak nam yapmış bir yerdir. Sivas ayrıca, Osmanlı, Timur (Çağatay) kültürünü de tatmış ve Cumhuriyetin temellerinin atıldığı bir yer olmak bakımından da siyasi belleğimizde derin izler bırakmış bir kentimizdir.
Âşık Veysel’in Yetiştiği Çevre ve İçine Doğduğu Tarihsel Ortam
Âşık Veysel’in yetiştiği kültürel coğrafya, Türk halk edebiyatına İğdecikli Âşık Veli, Agâhi, Kaleli Kemter Baba, Sarkışlalı Serdari, Âşık Hüseyin (Gürsoy), Ali İzzet Özkan, Talibi Coşkun gibi birçok isim kazandırmış Emlek yöresi olarak adlandırılır. Emlek yöresi, saz çalıp söylemeyi inancın vazgeçilmez bir unsuru olarak görmek yanında Türkmen töresinin gereği kabul eden bir yöredir. “Bu yörede sazın, sözün ve aşığın yeri başkadır. Kültürün bütünü bu sözlü gelenek vasıtasıyla şekillenir” (Işık, 2019:19).
Edebiyat, sanat insanlarının dünya görüşlerini, yapıtlarının içeriğini belirleyen başlıca unsurlar arasında, içine doğdukları toplumsal koşullar kadar, tarihsel dönemler de önemli olmaktadır. Bütün hayatlarını toplumla örtüşük olarak sürdüren halk ozanlarının böyle bir gerçeklikten yalıtılması olanaklı değildir. Tam tersine, yazılı kültürü zayıf toplumlarda, toplumsal tarih yazım ve okumasını; ortak bir hafızanın taşıyıcısı olarak daha çok da bu halk sanatçılarının yaratmalarına borçluyuzdur.
Veysel Şatıroğlu, 1894’te bir Orta Anadolu kenti olan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde Ayıpınar merasında dünyaya geldi. Âşık Veysel’in dünyaya geldiği tarih, 624 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp, ‘savaş’ ve ‘sınır’ sözcüklerinin hayatın en önemli kavramları haline geldiği bir dönemdir.
Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiştir Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.
İsminin kaynağı
Veysel’in dünyaya geldiği Sivralan köyünün de içerisinde bulunduğu ve şiirlerinde de “Arzusun çektiğim Beserek Dağı” diye adı geçen, Emlek yöresinde Beserek Dağı vardır. Dağ hakkında yörede birçok efsane vardır. Bunlardan birine göre Veysel Karani, develerini kaybeder ve kaybolan develerini Beserek Dağı’nın Tek Çam mevkiinde bulur. Efsaneye göre bu dağda Veysel Karani gezmektedir.
Bu sebeple yöre halkı her yıl haziran ayında gözünde kutsallaştırdığı bu dağa çıkıp kurbanlar keser. Bu dağ ve buna dair inanç Âşık Veysel’in babasını da etkilemiş olacak ki oğlunun ismini, dervişlik hırkasının sahibi Veysel Karani’ye izafe ederek “Veysel” koyar.
Veyseller’e, yörede “Şatıroğulları” derler. Babası, “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Şatıroğulları’nın asıl yerleşim yeri Kars ilimizdir. Uzun süre bu yörede oturan Şatıroğulları, daha sonra Kars’tan ayrılıp Erzurum, Malatya, Trabzon, Konya gibi illerimize, bir kolu da Divriği ilçesinin Kaledibi köyüne gelip yerleşmiştir. Âşık Veysel’in dedesi Ali Ağa, bir süre sonra bu köyden ayrılarak Şarkışla’ya gelir ve Söbelan (Sivrialan)a yerleşir (Özen 1988: 11).
Âşık Veysel’in yetişmesinde etken olan kültürel unsurların başında, kuşkusuz, onun ait olduğu Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu inanç sistemi, sazı dolayısıyla da ozanı kutsayan bir anlayışa sahiptir. Bu bakımdan Âşık Veysel’i ve aynı gelenekten beslenen diğer ozanları daha iyi anlayabilmek, söylediklerini yerli yerine oturtabilmek için bu inanç sisteminin unsurlarına dikkat etmek gerekir.
“Sivralan daha çok Sivas Divriği, Malatya, Erzincan’dan göç almıştır. Erzincan Kemaliye-Ocak köyünden göçen dedelerle, Divriği Camşıhı yöresi Kaledibi’nden gelen Bektaşiler bu köyü birlikte kurmuşlardır. (…) Âşık Veysel daha çok Bektaşi geleneğinden Salman Baba aracılığıyla beslenmiştir. Veysel’in gelişimi bu erenler ocağı diyebileceğimiz çevrede şekillenmiş, Veysel’in ilk öğretmenleri âşıklar, zakirler, dedeler ve babalar olmuştur
Âşık Veysel, yukarıda bahsedilen çevre içerisinde yetişmiş olmasına karşın, klasik anlamda bu geleneğin tamamını uygulayan, dede talip bağı içinde gelişimini sağlamış bir aşık değildir. Fakat onun yetişmesinde doğrudan veya dolaylı katkısı olan mürşitler ustalar vardır. Bunlardan en önemlileri şunlar sayılabilir: Şarkışla Hardal köyünden Hüseyin, Şarkışla Uyuk köyü ve Yassıpınar’dan Halimi, Tarsuslu Sıdkı ve Agahi’nin yakın arkadaşı Kul Sabri, Şarkışla Sivrialan köyünden Visali, Kale köyünden Kemter, iğdecik köyünden Veli, Tarsus’tan Şarkışla’ya göç eden Sıtkı, Kürt Kasım, Peyin köyünden Dursun Efendi, Ortaköylü Başara, Hyüüklü Mehmet Efendi, Hıdır Abdal Ocağı’ndan Ali Özsoy Dede, Türabi Dede, Baba Mansur Ocağı’na bağlı Süleyman Metin Dede, öğrencisi ve evladı gibi sevdiği Ozan Ali Sultan ve Mescid köyünde yaşayan Veysel’e mürşitlik yapan Salman Baba’dır (Işık, 2019:19).
Birikim, farklı kültür kodlarını bilmek ayrıcalığı içerisinde kendine mahsus olanı seçme bilincine varmaktır. Âşık Veysel’in hayatı sağlamca kavramasının ve tutarlı bir hayat bilgisinin temsilcisi olmasının kaynağında bu birikim yatar.
Yaşamak mucize….
Veysel’in dedesi Ali, çiftçidir ve genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Babası, Ahmet, küçük yaşta yetim kalmış, ömrünün verimli çağlarını el kapılarında hizmekârlık, çobanlık yaparak geçirmiş; yedi çocuğunun ikisi çiçekten, biri yanarak, biri henüz beşikteyken ölmüş, bu ailenin tarihini bilmemize vesile olan Veysel ise çiçek hastalığına yakalanmıştır.
1913 yılında yapılan bir incelemeye göre; halkın %14’ü sıtmalıdır, %9’u frengilidir. %72’si bitli ve tifüs tehlikesi altındadır.
Veysel bu durumu şöyle anlatır:
“Ben babamın beşinci çocuğuyum. Ali isminde bir de ağabeyim vardı. Sizlere ömür. Diğer erkek kardeşim yanarak ölmüş. Ötekisi beşikte aniden gitmiş iki ablamla bir küçük kardeşim de yine çiçekten ölmüştür. Anam anlatırdı, içlerinden bir ben kurtulmuştum” (Günbulut, 2003:4)
Çiçek Hastalığı ve Sazla Tanışma…
Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini bütün acımasızlığı ile sarmış, yukarıda da değindiğimiz gibi, Veysel’in iki kardeşi de çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım… Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan” (Âşık Veysel 1944: 86).
“On yaşıma girdiğim zaman, biraz oyalanmam için biraz teselli bulmam için babam Ortaköy’den Mustafa Abdal tekkesinden bana kırık bir saz aldı. Kendisi saz çalmasını bilmezdi, şiir yazmazdı ama bazı halk şairlerimizin şiirlerini ezbere söylerdi. Babamın bana öğrettiği ilk şiir Kul Abdal mahlaslı bir şairimize aitti. Uzun süre saza alışamadım, sazdan ses çıkaramadım. Yani saz çalamadım. Artık onu elimden bırakmak istiyordum. Komşularımızdan Molla Hüseyin ve Ali Ağa bana sazı öğrettiler. O gün bugündür sazı elimden bırakmıyorum” (Bakiler, 1989:6).
Görüldüğü üzere Âşık Veysel’in yetişmesinde özellikle Çamşıhlı Ali Ağa ile Molla Hüseyin’in rolü büyüktür. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlarla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Kul Abdal, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati’nin dünyalarıyla buluşuyor böylece.
İlk ezberi ise, bizzat babası tarafından öğretilen, Kul Abdal mahlaslı bir halk şairinin şu şiiridir:
“Takdirden gelene tedbir bulunmaz
Ne kılayım çare ben şimden geri
Yarem türlü türlü merhem olunmaz
İstersen merhemi çal şimden güri
Geçti elden gitti muhabbet çağı
İrakıp bahçeye kurmuş otağı
Yıkılsın çevresi bostanı bağı
El girsin bağına var şimden geri
Sen bir gonca gülsün istife karış
İstersen gül oyna istersen sarış
Gönlün kim isterse ülfet et konuş
Yarim sana destur var şimden geri
Kul Abdal’ım yalan dünya vefasız
Alemde bir derde düştüm devasız
Sen bana yar olman be hey vefasız
Var kimin olursan ol şimden geri (Aslanoğlu, 1973:11).
“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsali cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum… Böylece münvezi olan ruhunda ikinci bir inziva daha açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır” (Gökçe 1944: 87).
O günlerini, Âşık Veysel, şöyle anlatır Enver Gökçe’ye:
“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum” (Gökçe, 1944).
Bunda biraz Anadolu’da ‘erkek oğlan’ olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolum, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kızı, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor… Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921’in 24 Şubat’ında annesi, ondan on sekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de birçok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.
Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için Hüseyin adında bir azap (hizmetkâr) tutuyorlar. Bu hizmetkâr ileride Veysel’in bağrında açılacak başka bir yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kader sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık âlemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahattan vazgeçtim.”
Veysel’i köyden dışarıya zorlayan duygu, sadece çocuklarının ölümü, eşinin kendisini terk etmesi değildir. Bunlar elbette önemli etkenlerdir ama onu Sivralan’dan dışarıya taşıyan, daha geniş bir dünyaya açılma isteği, köye sığmayan yanıdır. İleriki yaşamında bu tercihinin bir bilinçle örüldüğünü rahatlıkla görmekteyiz. Kent olanaklarını kullanmak ile köy sakinliği ve kendi engelliliğinin oluşturduğu olumsuzluğu dengelemek bakımından hep bilinçle hareket eder. Kentlerdeki etkinliklere katılır, konserler verir, ahbaplarını ziyaret eder, onlarla söyleşir ama nihayetinde köyüne döner. Çünkü ruhen olduğu kadar fiziken de köyünün hakimidir. O bildiği, hakim olduğu yerde yaşamayı tercih eder. Veysel ve onun gibi doğanın dilini köklü bir tecrübe ile pekiştirmiş insanlar, doğayla maceralarını yepyeni bir hal alış olarak yansıtmazlar. Doğanın kurallarıyla yaşama tecrübesini bilince dönüştürürler.
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı ise şöyledir: Zara’nın Barzan Beleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivaslı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya meşeden yapılmış güzel bir saz alıyor. Yalıncak Baba tekkesine uğradıklarında, buranın temizliğiyle uğraşan Gülizar’la karşılaşır. O gece orada kalıp, daha sonra köye dönerler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyüne dünür göndererek Gülizar’ı istetir. Gülizar ilk başta pek istekli olmasa da, dedesi Hamza, ikna ederek evlenmelerini sağlar (1928) Bu evlilikten yedi çocuğu olur” (Gökçe 1944: 89).
Ahmet Kutsi Tecer ve Halk Şairleri Bayramı
1930‟da Sivas’a öğretmen olarak atanan Ahmet Kutsi (Tecer), burada Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni Vehbi Cem (Aşkun) ve müzik öğretmeni Muzaffer (Sarısözen) ile tanışır. Ahmet Kutsi, önce Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni kurar ve başkanlığına Belediye Başkanı Hikmet (Işık) Bey‟i getirtir. Halk türkülerinin, hikâyelerinin ve âşıklarının harman olduğu Sivas‟ta derneğin tüzüğünde de yer aldığı gibi derhal bir âşıklar programı yapmayı düşünür. 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramını düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Bu bakımdan, Veysel için A. Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcın da işaretleyicisidir. Çünkü Âşık Veysel’i o güne değin, köyü ve çevre köyler dışında kimse bilmemekte, tanımamaktadır. Zaten kendisi de usta malı ürünler dışında şiirler söylememektedir.
Bu ‘söylememe’ yeteneği ve çabasının olmadığından değil, Veysel’in içerisinde bulunduğu halet-i ruhiyeden kaynaklanmaktadır. Çünkü söyleme isteği belirmiş olmasına karşın, o aşıklığının yanlış anlaşılması kaygısıyla söylemeyi ertelemiş biridir. İbrahim Aslanoğlu’na bu süreci şöyle anlatır: “Kendiliğimden söylemek hevesi bazen içimden geçerdi. Ama, bu adam kimin kızına, kimin gelinine aşık ki böyle söylüyor düşüncesiyle o perdeyi yırtamazdım” (Aslanoğlu, 1967:22).
1933’e kadar usta ozanların şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifiyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk eseri böylece ‘Cumhuriyet Destanı’ adını taşıyan şiiri oluyor:
“Türkiye’nin ihyası Hazreti Gazi
Kurtardı vatanı düşmanımızdan
Canını bu yolda eyledi fedâ
Biz dahi geçelim öz canımızdan.
Sinesini hedef etti düşmana
Ölmüşken vatanı getirdi cana
Çekti kılıcını çıktı meydana
Gören ibret aldı meydanımızdan
Çekildi sancaklar dayanmaz canlar
Şarktan Garba gitti Türk’teki şanlar
O kadar paşalar o zabitanlar
Ayrılmadı asla sağ yanımızdan
Kaçırdık düşmanı bulunmaz izi
Bir hücumda geçti öte denizi
Siyanet ettiler askerimizi
Vatan memnun kaldı zabitanımızdan
Urumlar da toplanıyor etrafta
Uğrun uğrun haber gitti Yunan’a
Gazi Paşa gelmeseydi cihana
Düşman sarmış idi dört yanımızdan
Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi
Dağları yıkıyor topların sesi
Kahraman askerin hücum etmesi
Cihan sele gitti al kanımızdan
Adana’yı işgal etti Fransız
Türkiye’ye meydan vermez amansız
Değnek ile kovalardık yalansız
Hasılı çıkardık vatanımızdan
Şeriatı düşündüler şerciler
Birtakım millete fesat verdiler
Her biri bir yerde hep geberdiler
Onlar kurtulmadı toplarımızdan
Nice devran sürdü ol padişahlar
Bir eser koymadı imanı yoklar
Rum, Ermeni aradaki nifaklar
Şükr alçaklar çıktı öz yurdumuzdan
Aklı başında olan düşünür bunu
Şeriatçı oldu tüketen unu
Dağda belde fukaraya soygunu
Veren onlar idi vatanımızdan
Menemen mes’lesi geldi meydana
Orda birkaçları uydu şeytana
Mehdi diye kendi kendin urgana
Taktı kurtulmadı darlarımızdan
Şeyh Sait de yüzün tuttu isyana
Milletini hor bıraktı vatana
Fakir fukarayı boyadı kana
Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan
Çağırdı Şey Sait sağır mı diye
Başında sarığı değirmi diye
Tarttılar şeyleri ağır mı diye
Haberin doğrulttun urganımızdan
Gazi Paşa hazretleri bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan
Hükümet de milletini kayırdı
Bir afetti hapisleri koyverdi
Adaletle tebligatlar duyurdu
Çok şeref kazandık bayramımızdan
Kurtardık vatanı bu belalardan
Tren hattı küşat ettik her yandan
Terakki etti mektebimiz hep birden
Teşekkür kazandık müşiranımızdan
Aslan gibi Türkiye’nin insanı
Çalışmakla kazandık biz vatanı
Aç kurt gibi parçaladı düşmanı
Şecaat görmüşüz başkanımızdan
Türkiye’yi adaletle yaşattı
Dağları deldirdi demir döşetti
Millete bir altın kemer kuşattı
Hâşâ nankör olman davranımızdan
Âşık Veysel bunu böyle söyledim
Benden de yadigar bu kalsın dedim
Sözlerim yalan mı dinle efendim
Kürre-i arz oldu hep şanımızdan
Bu şiirin günyüzüne çıkışı Veysel’in ilki şiiri olması kadar geleneğin temsilcilerinin de sanatlarını sergileyecekleri yeni bir mecraya kavuşmalarına başlangıçtır. Halk şairleri, âşıklar artık köy ve kasabanın sınırlı dünyasından gazete, dergi ve radyoya kavuşmaya, eserlerini geleneksel yöntemler dışında yeni iletişim olanaklarıyla yaymaya başlayacaklardır. Bu bakımdan bu destan Veysel’in köyünden dışarıya çıkmasına dönüm noktası oluşturmuştur.
Ankara’ya Yolculuk
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağcakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırk beş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur…” (Tecer 1992: 69) diyor. Ancak, Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. O günleri şöyle anlatıyor:
“Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden, Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gistek para yok. “Nere gidek? Nasıl edek?” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız bizi hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki:
– Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?
Dedi ki:
– Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir Milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir. Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Böyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. Bize yardım et! dedik.
Dedi ki:
– Amaan! Şimdi şairine filan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!
– Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!
Milletvekili Mustafa bey, “okuyun da bir dinleyeyim bakayım” dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. “Yarın bana gelin!” dedi. Gittik. “Ben karışmam” dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. “Ne yapsak?” diye düşünüyoruz. Sonunda, “Matbaaya biz gidelim” dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus meydanındaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal ceket. Belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi:
– Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak! Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı. Polis:
– Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin! diye diretti.
– Peki girmeyelim dedik. Polisi güya savmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı:
– Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! diye çıkıştı.
– Beyefendi biz dilenmiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! dedik. O zaman polis İbrahim’e:
– Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! Neyse gitti İbrahim, teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
– Ne istiyorsunuz? dedi müdür.
– Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! dedik.
– Çalın bakayım; bir dinleyeyim! dedi. Çaldık dinledi!
– Ooo! Çok iyi dedi. Çok güzel.
Yazdılar. “yarın gazetede çıkar” dediler. “Gelin de gazete alın!” Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:
– Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: Bu iş olmayacak. Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık. Avukat:
– Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!… dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki:
– Siz sanatkar adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!
Döndük avukata geldik. “Ne yaptınız?” dedi. Anlattık. “Durun bir de valiye yazalım!” dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Vali dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize:
– Yok! dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyeceğiz! dedi.
Avukat içerledi ve kahretti:
– Gidin! İşinize gidin! dedi. Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! dedi. Acıdım avukata.
Nasıl edelim? Ne edelim? derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan birşey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçerden bir adam çıktı:
– Ne geziyorsunuz burada? Ne arıyorsunuz? diye sordu
– Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! diye cevap verdik.
– Bırakın! Bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! dedi.
O içerden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada:
– Ooo! Buyurun! buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı:
– Gelin halk şairleri var, dinleyin dedi.
Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey:
– Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük” (Ekmekçi, 1973).
Plağa okuduğu ilk türkü ise, bir zaman Âşık Ali İzzet’in, daha sonra Emlek yöresi ozanlarından Âşık İzzetî’nin, son olarak Hasan Dede’de bulunan bir cönke dayanılarak İğdecikli Âşık Veli’nin olduğu savlanmış (Öz, 2001) olan “Mecnunum, Leylamı gördüm” dizesiyle başlayan şiirdir. Âşık Veysel’in çalıp-söylemesinde tapşırma İzzetî adına yapılmıştır. Şiir şöyledir:
Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar boynuma taktı geçti
1940’ların başında yapımı gerçekleşen bu plak, onun ilk plağı olduğu gibi, saz eşliğinde plak dolduran ilk sanatçı olmak özelliğini de Aşık Veysel’e kazandırır.
Köy Enstitülerinde Saz Öğretmenliği
Cumhuriyet aydınlanması, sistemli bir kurumlaşmaya dayanmıştır. Halkevleri ve Köy Enstitüleri, bu aydınlanma hareketinin geniş halk kesimlerine ulaştırılması bakımından önemli atılımlardır. Sadece bir aydınlanma hareketi olarak da kalmaz, bu kurumlar aracılığıyla, aydın halk arasındaki uçurumun, Osmanlı döneminde olduğu gibi iki ayrı dil, iki ayrı sanat anlayışı, iki ayrı edebiyat olarak sürüp gelen sakat anlayışın da önüne geçilmiş olunmaktadır. Bunun en somut örneklerinden biri, Âşık Veysel gibi halk sanatçıları ile aydın, entelektüellerin bir araya getirilmesi, aynı çatılar altında buluşturulması olmuştur. Bu bakımdan Köy Enstitüleri önemli bir buluşma yeridir. Çünkü burada hem örgün eğitim disiplininden geçmiş bilim insanları, eğitimciler görev alırken, bir yandan da alanlarına uygun olarak halk sanatçılarından yararlanma yoluna gidilmiş; hem bu aydın halk buluşmasının başka bir boyutta kaynaşması sağlanmış hem de tamamı köy çocuğu olan öğrencilerin kendi kültürel değerlerini öğrenme kaynakları doğrudan kendilerinden seçilmiştir.
Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte, Âşık Veysel de, başka birçok halk ozanı gibi, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla, Arifiye (Adapazarı), Hasanoğlan (Ankara), Çifteler (Eskişehir), Gölköy (Kastamonu), Pamukpınar (Sivas) ve Akpınar (Samsun) Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın ve sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. Hiç kuşku yok ki, Âşık Veysel’i Sivrialan’dan çıkarıp duygu, tema, üslup bakımından ulusal bir ozan yapan en önemli etken Köy Enstitüleri, dönemin yeni ve etkili iletişim aracı radyo ve Halkevleri olmuştur.
Köy Enstitüleri o denli önemlidir ki Âşık Veysel’in bugün belleklerde yer eden şiirlerinin önemlice bir bölümünün bu süreçte yazıldığını görürüz. Örneğin Benim Sadık Yarım Kara Topraktır şiirini Çifteler Köy Enstitüsünde, Esti Bahar Yeli Karlar Eridi ve “Ağaçlar al giydi kuşlar dillendi”, şiirlerini Arifiye Köy Enstitüsünde, Uzun ince bir yoldayım”, “Girdim dostun bahçesine” ve “Yeni mektup aldım gül yüzlü yardan” şiirlerini ise Hasanoğlan Köy Enstitüsünde söylemiştir (Alkan, 2001:21).
Halk kültürünü tüm boyutları ile özümsemiş ve bunu temsil etmede yetkin isimlerden biridir Âşık Veysel. Böyle olduğu içindir ki Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç gibi Türk eğitim ve kültür tarihinde önemli yerlere sahip ve olumlu etkileri tartışılmaz isimler tarafından eğitmenliğinden yararlanılmış bir isim olmuştur.
Ahmet Kutsi Tecer’in 1941 yılında yaz sömestri döneminde, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji bölümü öğrencilerine yönelik “Halk Edebiyatı” başlığı altında iki konferansı vardır. Tecer anlatır Aşık Veysel ise icra eder. Bu izlence oldukça yetkin bir içerik taşır.
Tecer ilk başta mani kıtalarından kurulan ‘oyun havaları’ndan bahseder ve buna örnek olarak Veysel, dört adet mani okur. İlk okuduğu mani şöyledir:
Sandık üstünde kutu
Verdim yâre bir dutu
Güzeller şeker yesin
Çirkinler sıçan otu.
Manilerden sonra, Âşık Ali’den beş kıtalık bir koşma okur.
Şöyle bir güzelin salınışını
Selviye benzettim allar içinde
Irmak kenarında derya yüzünde
Kuğuya benzettim göller içinde
Tecer aralarda yorumlar yaparak içre edilen ürünlerin birbirleriyle olan benzer ve farklı yönlerine işaret eder.
Karacaoğlan’dan, Zarali Halil’den, Âşık Mehmet’den, Köroğlu’nden koşma ve türküler okur. Bu onun repertuarının genişliğini de yansıdır.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer. Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terk eder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür. Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer” (Alkan 1991: 9)
Gelenek ve Âşık Veysel
Bütün halklarda olduğu gibi, Türk kültür tarihinin eski sanat ürünlerinin kaynağında da büyüsel törenlerin varlığı yatmaktadır.
Türk edebiyatının ilk evrelerine ilişkin tarihsel kaynaklar istenilen bolluk ve yetkinlikte olmasa da, ulaşılabilinen kaynaklardan elde edilen sonuçlar gösteriyor ki, geleneğin barındırmış olduğu mitik birçok unsurun bugün de yaşıyor olmasının temel gereklerinden birini, geleneğin çok dinamik bir yapıya yaslanmış olması oluşturmaktadır. Yazılı kaynakların istenilen yetkinlikte olmayışının çeşitli nedenleri sayılabilir. Bunların en başında, Türklerin geniş bir alana yayılmış olmaları ve sürekli hareket halinde bulunmaları gelmektedir. Ayrıca, biraz da bu gerçekliğe bağlı olarak yazılı edebiyatın çok geç tarihlerde oluşmaya başlaması anılabilir. Türk edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri-Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın bo veya Bugué, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri- sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor; fakat semadaki ma‘butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aitti. Bütün bu muhtelif işler için tabî muhtelif ayınlar vardı: Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman, yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsikî aletiyle çalar; beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir” (Köprülü 1989: 57).
Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden başlıcaları davul ve kopuzdur. Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. “Bugünkü Kırgız kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlarda, İslâmdan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor” (İnan 1986: 93).
Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının da bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllarda yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir[2] (Binyazar 1991: 243).
Eski Türk topluluklarında ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söyleme, saz/ kopuz/ davul çalma gibi yeteneklerin yanı sıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.
İşbölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi adlarla anılan, toplumun ileri gelen ve birçok işi bir arada yürüten bu kişilikleri de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir.
“İslamiyetin kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyetin kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserler de Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ise bu arada bir ölçüde tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği, XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikâye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyetten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmişlerdir” (Günay 1992: 18).
Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düzyazı karışımı bir öykü çeşitinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “… Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneğini sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla âşıkın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, aşıkın şiirinden ayrılmaz bir öge olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve ekliyor: “Demek ki âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülemeyeceği, bir kerteye kadar ‘seyirlik-dramatik’ ögeleri olan ‘katışık’ bir anlatı sanatını kapsar” (Boratav 1982: 20).
Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, âşık edebiyatında gördüğümüz ve giderek bir âşık edebiyatı esası olan bade içme/buta alma kavramının Âşık Veysel’de görülmediğine tanık olmaktayız. Usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını; aşık şiiri çerçevesinde, gelenekle öyle iç içe bir durum sergilemediğini görürüz. Ancak, Âşık Veysel, bir bütün olarak bakıldığında, Türk şiir geleneğinin önemli bir aktöro olarak karşımıza çıkar. Bu durum, onu tam da cumhuriyetle birlikte bir geçiş süreci içerisinde yeni yüzyılın sanatçısı yapan önemli unsurların başında gelir: Kültürü özümsemiş, tekke ve tarikat geleneği içerisinde, bir yandan tasavvuf birikiminin zenginliğine duyarlık göstermiş, onun ince duyarlıklarının farkına varmış, bir yandan da 18. Yüzyıldan itibaren belirgin olarak görülen, divan edebiyatı birikimine hayranlığın, halk adamı, arif kişiliğiyle sentezini yapmıştır. Bu, Âşık Veysel’e özgü, “nitelikli sadeliğin” en tipik açıklaması olmaktadır. Örneğin, bir şiirinde “Bitmez bu dünyanın kuru davası/ Çekil Veysel bi kuşe-yi vahdete”, diyor. Kuşe-yi vahdet: Birlik köşesi, demek. Âşık Veysel’deki tasavvuf felsefesini gösteren onlarca şiirinden alıntılar yapabiliriz. İşte biri: “Bunların hepsi mevcut Veysel’de/ Yoktur diyeceğim emmare elde/ Çamuruma karışmıştır temelde/ Sabır bunun cümlesine bağ idi.” “Yunus’taki ‘birlik’ (vahdet-i vücud) anlayışı, onun şiirinin temel düşüncelerinden biridir. ‘Birlik’ düşüncesi Yunus’ta felsefi bir dünya görüşüne dönüşürken, Veysel bu düşünceyi Karacaoğlan’ın ‘güzellik’ duygusuyla kaynaştırmayı başarır. Öte yandan Pir Sultan Abdal’ın topluma seslenen yüreğiyle, Dadaloğlu’nun dağlar dolusu sesi, Veysel şiirinin özünü ve düşünsel yönünü oluşturur” (Ergülen, 2022:24).
Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz âşıktır. Günümüzde bile kimi âşıkların uydurduğu pir elinden dolu içmek gibi mistik bir ayrıcalığa sığınmamıştır. Ayrıca, âşık edebiyatında gördüğümüz esaslardan biri olan hikâye anlatma da yoktur. Âşık karşılaşması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi klasik anlamda geleneğin içerisinde olan olgularla da oralı değildir.
Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var/ Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi gelenekle gelenek içerisinde önemsediği değerleri işaretlemek maksatlıdır. Hatta bir şiirinde:
“Elinden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm”
diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerin.
Ayrıca âşık şiiri geleneği içerisinde belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkan “askı geleneği”, yani muamma sorma ve çözmede de Âşık Veysel bilinen uygulamanın dışında bir addır.
Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’le kırılmış ve bir bütün olarak Türk şiir geleneğinin sentezine dönüşmüştür.
“Veysel, aşık-rakip-sevgili üçlüsü çevresinde ele aldığı aşk hadisesini, aşık edebiyatının klasik edebiyattan aldığı ölçüler içinde takdim eder. Sevgili, Leyla, gül, şem (=mum)’dir; aşık ise Mecnun, bülbül ve pervane. Sevgilisinden ayrı düştüğünü mü söyleyecek, “Leylasın yitiren Mecnun ben oldum” deyiverir. Böylece, geleneğin okuyucu muhayyilesine yerleştirdiği trajik, “arka plan”a ulaşır. Bir küçük mısra, zengin çağrışımlarıyla genişleyerek dinleyende bir roman tesiri bırakır. “Bülbül mü susacak, gül mü solacak” mısrası da aynı şekildedir. Gücünü aynı kaynaktan alır. “Sen bir gülsün, ben bir bülbül/ Sen olmasan ben olmazdım” sözleri, aşığın varlığının sevgiliye bağlı olduğunu anlatırken, aynı zamanda tasavvufa da yaslanır. “Bülbülün hasreti güle yetmez mi?” sorusunun cevabı gelenekte mevcuttur. Hasretin vuslata yetmeyeceğini, şair de okuyucusu da bilir.
Sevgili klasik edebiyatta olduğu gibi Veysel’de de ideailize edilmiştir. Ahu gözlü, sümbül saçlıdır. Mah yüzüne bakma ile doyulmuz. Sıra sıra benleri vardır. Kaşıkeman (=yay)dır. Mestane gözleri aşığı mesteder. “Siyah bulut perdelemiş güneşi” mısraı onun yalın bir portesini verir. Şair bu istiareyi gelenekten almıştır. Okuyucu bilir ki burada resmedilen sevgilinin yüzüne dökülen saçlarıdır.
Veysel’in şiirlerinden anlaşıldığına göre, sevgilinin kaşları yay, gamzesi (=göz ucuyla bakış) kılıçtır. Bazen de kirpik okları aşağın sinesini delip gider. Bütün bunlar klasik sevgili tipinin özellikleridir.
Aşık, ayrılık derdiyle sürekli ağlayıp kanlı gözyaşı döker, uykusuz kalır. Bu yüzden rengi sararır. Bu durum, aşıklık alemetlerindendir. Veysel de aynı şekilde söylüyor. O, bazen inleyen bülbül, bazen de cismini ateşe yakan bir pervanedir.
Rakip, aşıkla sevgilinin arasına giren menfi bir tiptir. Klasik şiirde rakibin bir adı da “engel”dir. Veysel de “Kavuşmayı zorlaştıran engel var” diyor. Şu örnekte de klasik edebiyatta yaygın kullanılan bir istiareye yer veriyor: “Bülbül figan eyler kırmızı güle/ Sakın incitmesin har çiçekleri.”
Gelenekten intikal eden bir kültür birimi sayesinde, Şarkışlalılar (dinleyici ve okurlar, abç) gülün sevgili, bülbülün aşık, diken (=har)ın rakip demek olduğunu bilirler.
Veysel’in gelenekten aldıkları bunlardan ibaret değil. İslam tarihinden, İran tarihinden şahıslar klasik edebiyattaki özellikleri ile anılırlar (Nuşirevan dil, Süleyman vb.)
Veysel bir aşk şairidir; kelimenin her anlamıyla “aşık”tır. Bir şiirinde, “Aşka mahkumuz ezelden” diyor. O, aşkı tasavvufi edebiyatımızın duyuş ve düşünüş tarzında ele alır” (Özdemir, 2010:131-131).
Başka bir şiirinde de: “Aşk denilen bir deryaya/ Çıkamazsın girme gönül” diye sesleniyor.
Yunus da bir şiirinde şöyle demiyor mu: “Aşk gelicek cümle eksikler biticek”.
Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor. “Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur. Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneğini yaşamış ve “bugün”e oradan gelmiştir” (Âşık Veysel 1944: 13).
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde karşımıza çıkan tablo, Aşık Veysel’de klasik kültürün çağımıza taşınan etkisinin varlığını görmemize kaynaklık ediyor. Onun dilindeki Osmanlıcadan kalan unsurlara ve estetik anlayışa, “klasik edebiyatın, halk tarafından benimsenebildiği ölçüde” yer almıştır, diyebiliriz. Kararında bir ölçüdür” (Özdemir, 2010:132).
Doğaçtan Söyleme
Âşık tarzı şiir geleneğini devam ettirenlerin önemli bir bölümünün sürdüregeldiği doğaçtan, irticalen söyleme Âşık Veysel’de pek görülmez. Bu, onun yeteneksizliğini ya da geleneği bilmediğini göstermez, tam tersine Âşık Veysel, şiirin belli bir süreç içerisinde kurulduğuna inandığından, bu yolu yeğlemez. “Nasıl yazıyorsunuz/ söylüyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt da bunun açık kanıtıdır: ”Herkesin kendine göre bir yazması, söylemesi var tabiî. Kimi irticalen, kimisi de düşünerek yazar. Ben hemen yazayım desem yazamam. Zaten yazı bilmem ki. Okuma da bilmem. Yazı nasıl olur, harflerin şekilleri nasıldır, bilmem. Çok küçükken babamın elinde bir kağıt gördüydüm. Nüfus kağıdı mıydı, yoksa senet miydi, neydi. Kırmızı bir şey. Yazı olarak bir onu hatırlıyorum.
“Acılı, düşünceli ya da sevinçli zamanlarım olur. Kendi kendme düşünürken, içimde bir şey doğar. İşte bu doğuş şiir olur. Bir kaç defa söylerim. Tamamlanır, son şeklini alır. Sonra yakınlarımdan birine yazdırırım bunu. Eğer besteler saza söylersem aklımda kalır, unutmam. Bestelemediklerim pek aklımda kalmaz. Nasıl olsa yazdırdım, artık ölmez, unutulmaz derim. Bazen okurlar onları, ben de dinler hazlanırım” (Köklügiller, 1974:44).
Âşık Deli Hazım, Âşık Çakır ve Âşık Kul Ahmet’le yaptığı karşılaşmalar (Kaya:2004:317-326) kaydedilmesine karşın, bunların gerek uslûp bakımından, gerek sayılı sayıda olması, gerekse Kul Ahmet örneğinde olduğu gibi, bu şiirleri kendisinin söylediğine dair kuşkular da vardır (Kaymak,1996:45)
O, hazılıksız, ölçüp biçmeksizin söylemeyi doğru bulmaz. “Bin düşün bir konuş”culardandır Âşık Veysel. Boğazın boğum boğum olmasını, sözün ölçülüp-tartılarak söylenmesi bağlamında yorumlar. Ezbere konuşmaktan kaçınır. Sözü damıtarak, aklın süzgecinden geçirerek söylemek gerektiğini vurgular.
1933’lere kadar usta malı söyleyen Âşık Veysel doğal olarak yaşadığı ve yetiştiği kültürel ortamın verdikleriyle yetiniyor, oradan besleniyordu. Yusuf Ziya Demirci ve arkadalarının 1926’da yurt çapında başlattıkları halk türkülerini toplama çalışmalarında Âşık Veysel’den de derlemeler yaptıkları biliniyor. Örneğin, plak olarak doldurduğu ve İzzetî’ye ait ‘Mecnunum Leylamı gördüm” dizesiyle başlayan türkü yanı sıra, TRT repartuarında Erzincan türküsü olarak yer alan “Ağgül seni cemakânda görmüşler”, Karacaoğlan’ın “Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca…”, Köroğlu’nun “Yiğitler silkinip ata binince…” gibi 40’a yakın türkü ondan derlenmiştir. Ayrıca repertuarda adının besteci olarak geçtiği 37; söz ve müziği doğrudan kendisine ait 40; sözleri Âşık Veysel’e ait başkaları tarafından bestelenen 112 türkü bulunmaktadır. Bu katkılarıyla Âşık Veysel hem kaynak kişi, yani geleneği taşıyan, hem kendi deyiş ve türküleriyle yeniden yaratan ve böylece geleneği güçlendiren hem de düğün, dernek, dergi, gazete, kitap, konser, okul, plak, radyo gibi geniş iletişim araçlarını kullanarak bu birikimini yaymasıyla halk kültürünü çoğaltan kişidir.
Kendi şiirlerini çalıp söylemeye başladığı tarihlerden itibaren, geleneksel olarak kendisini var eden sosyal ve kültürel çevrenin; örneğin tekke geleneğine bağlı bir ailenin bireyi olmasına, Alevi-Bektaşi kültürü içerisinde yetişmesine karşın, onun şiirlerinde bu geleneğin temsilcilerinde belirgin olarak görülen Düvazimam söyleme, Hz. Ali, Kerbela, Hz. Hüseyin ve oniki imamlara ilişkin deyişlerin belirleyici olmadığını; tam tersine Tekke ve Zaviyelerin kapatılmış olmasının bilincinde olarak, cumhuriyet kurum ve değerlerine yönelme görürüz. Bu birikimin zenginliğini, özellikle 1940’lı yıllardan itibaren görev aldığı Köy Enstitülerinde yani artık o tarihe kadar hiçbir meslektaşının içerisinden geçmediği, dahili olmadığı örgün eğitim kurumlarından beslenerek yeni bir estetik tarzın yaratıcısı olur. Kendi şiiri ile birlikte Türk halk şiiri okul, fabrika, öğretmen, enstitü, şehir, yol, köprü, gibi o tarihlere değin kapsamında bulunmayan sözcüklerle zenginleşir. Yeni değerlerin yüceltildiği veya yerildiğine tanıklık eder. Şiiri, türküyü sadece duyguyla değil, bilgi birikimiyle söylemek gereğini kavrar.
Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada, geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen didaktik yan da yetkinleşiyor; ısmarlama havası taşıyan ürünlerden sıyrıldıkça kendi özgün sesinin yansıması oluyor.
Onun gelenekle bağının, varolan şekilsel bağlar yanı sıra tematik olarak da farklılaşmasının bir başka yansıması, âşık şiirinde belirgin bir unsur olan âşık-ı sadıklığın, Âşık Veysel’de dönüşüme uğramasında görürüz. Sürekli olarak aşıka naz eden, cilve yapan canan, Âşık Veysel’de bu izleğin dışına düşmüş; “Güzelliğin on’par etmez/Bu bendeki aşk olmasa’, ya da “Benim sadık yarim kara topraktır’a dönüşmüştür.
Âşık Veysel’i farklı kılan önemli özelliklerden birisi de, sadece aydını halka getiren değil, aynı zamanda halkı da aydına götürenlerden olmasıdır. Onunla birlikte önemli ölçüde köy ve kasaba ortamından, büyük kentlerin sanat ortamlarına taşınan bu geleneksel kol, dönemin seçkin ve ünlü aydın sanatçılarının geleneği daha yakından ve daha doğru tanımalarına yaramış, böylelikle cumhuriyetle birlikte başlayan ve bir anlamda cumhuriyetin kültür politikasının önemli bir ayağını da oluşturan halka ve halk kültürüne eğilmeyi rasyonel düzeyde gerçekleştirmenin somut ifadesi olmuştur. Bu belki çok sistemli ve bilinçli bir tavır olarak görülmese de, Âşık Veysel’in durduğu yer, yerine getirdiği işlevle böyle bir gerçekliği de ifade etmektedir.
Halkın katıksız, yürekten ve içten gelmişlik havası içindeki söyleyişiyle, aydının hayata, doğaya ve gerçekliğe karşı kitabî dünyasıyla örtüşen ayrıksı kavrayış, Âşık Veysel’de erimiştir.
Bir Veysel demişler, olabilirsem
Söylerim sözümü bilebilirsem
Bir cura sazım var, çalabilirsem
Defli, dümbelekli, caz neme gerek.
Bu dile getirme ve kendini ifade etme biçimi, aslında kente taşınmış geleneksel âşık şiirinin yeni anlam ve biçim denemelerinin somut bir örneğidir.
Gelenek konusundaki tavrını, bir aidiyet tapınması içerisinde sürdürme inadı ve algısında olanlara Veysel’in şu dörtlüğü bir anlamda güzel bir yanıttır da:
“İleriyi gören geriye bakmaz
İnsanlık yolundan taşraya çıkmaz
Allah cömert ama, ekmek bırakmaz
Oturup geçmişi konuşanlara”
Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlayamayız. Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idealizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücerretlik vasvı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir” (Gökçe 1982: 23).
Arif Âşık Veysel
Sabahattin Eyüboğlu, Âşık Veysel’in yakın dostlarından biriydi. Özellikle hayvan hikayelerinin kökeni üzerinde çalışmalar yapan ve bu hikayelerin Anadolu kaynakları üzerinde duran Eyüboğlu’na Veysel, her buluşmalarında yeni ve orijinal hikayeler anlatırmış. Bunlardan biri şöyledir:
Dost Dediğin
“Tazının biriyle yılan dost olmuşlar. Çevreyi dolaşmaya çıkmışlar. Neden sonra yolları bir ırmak kıyısına düşmüş. Yılan, kır yılanı, suya karşı yüzü yok. Karşıya geçmeleri gerektiği için, tazı: “Sen bana sarıl, öyle geçelim” demiş. Yılan Tazının sırtına binmiş, boğazına sarılarak suya girmişler.
Irmağı yarılamışlar. Tazının boynundaki sıcaklık yılanın iştahını kabartmış. Tazı, boynunun sıkıldığını fark edince işin vahametini anlamış. “Aman, yılan kardaş, beni boğmaya boğacaksın ama, başını uzat da bari katilimin yüzünü göreyim” demiş.
Yılan başını uzatınca, tazı başı oracıkta koparıvermiş. Karşıyı çıkınca da yılanın ölüsünü düz ve suya paralel olarak uzatmış: Ulan eşeoğlu demiş, dost dediğin böyle dost doğru olacak” (Yalçın, 2000:103).
Adalet
Aslan, kurt, tilki arkadaş olurlar. Gün boyunca, bir koç, bir koyun bir kuzu yakalarlar. Aslan kurda dönerek:
“Hadi bunları paylaştır da yiyelim” diye emir verir.
Kurt, şöyle bir düşünür. Bu işin en doğru hali, gövdelerimizin büyüklüğü ve ihtiyacımıza göre olanıdır.
“Koç sana, koyun bana, kuzu tilkiye” der.
Aslan bu sözcükler kurdun ağzından çıkar çıkmaz pençesini vurduğu gibi, kurdu yerde fır döndürür.
Bu kez tilkiye dönerek:
Hadi sen paylaştır, der.
Tilki:
“Efendim der, kuzu kahvaltınıza, koç öğleninize, koyun da istediğiniz zaman”.
Aslan paylaşımdan memnun bir vaziyette:
Sen bu adaleti nerden öğrendin diye sorar.
Tilki:
Yerde, ayaklarını göğe dikmiş gözlerinden yıldızlar saçarak dönen kurdu göstererek, yerde yatan kardeşimden” der.
Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları adlı gezi yazılarında, Ömer Seyfettin’le ilgili bir anısını aktarır. Ömer Seyfettin öğretmenlik yaptığı okulların birinde, sürekli “ilim başka, irfan başka. Arif başka, alim başka” demektedir. Arkadaşlarından biri:
“Ömer bey, ilim başka irfan başka, diyorsunuz. Ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lütfedin de bana bunu bir anlatın, der. Ömer Seyfettin arkadaşına, “Siz çok okumuşsunuz, alimsiniz, fakat arif değilsiniz. Bizim baş hademe okumamıştır. Alim değildir, fakat ariftir.” Diye yanıt verir. Şaka da olsa arkadaşı bu örneği beğenmez.
İttihat ve Terakki Genel Merkezi’ne sık sık giden Ömer Seyfettin, bir süre sonra öğretmenler odasında sevinçli bir haberle gelir. “Müjde” der. “Avusturalya’dan iki yüz vagon şeker geliyormuş. Şeker dehşetli ucuzlayacak”. Öğretmen arkadaşları habere sevinirler. Ömer Seyfettin, bir iki dakika sonra odaya giren hademeye aynı haberi söyler. O sevinir gibi görünmez, saygılı bir tavırla, “İnanma beyim, yem borusudur bu. Avusturalya şekeri bulsa kendi yer” diye karşılık verir. Ömer Seyfettin, arkadaşına, “Yalan mı söylemişim cancağızım, bak siz bütün ilminize rağmen bu habere inandınız, fakat o yutmadı. Çünkü onda ilim yok amma irfan var” (Güntekin, 1989: 156-157) der. Alim bilen, arif sezendir.
Köyden Dışarıya Çıkış: Kasaba ve Kent
Âşık Veysel, hem gelenektir hem de yenidir. Onun yeniliği, eskiyi kırma çabası, hiç kuşkusuz, etkileşime girdiği sanat ortamı ve geleneğin diğer temsilcilerinden farklı olarak içerisinde bulunduğu toplumsal koşulları doğru kavramasından ileri gelmektedir. Ondaki bu kavrayış kendiliğinden olmuyor; bir bilinç zorluyor onu buna. Nasıl olursa olsun, Veysel bu anlamda cumhuriyet ideolojisini kavramış bir insandır. Salt bunu kavramakla da tanımlayamayız onu, bir nokta daha var, gelenek anlamında bağını koparmasa da, düşünsel anlamda köy ve kır ozanı olmaktan uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel, duygu olarak, söyleyiş olarak köyden dışarı çıkıyor; kasabayla, kentle buluşuyor.
Onun kasabayla, kentle buluşması halk şiirinin de yeni tema ve kavramlarla tanışması anlamına geliyor. Halkevleri, Köy Enstitüleri, demokrasi, cumhuriyet, teyyare, okul, köprü gibi bugüne daha yakın kavram, kurum ve araçların halk şiirine taşınıyor olması, onun kavrayışıyla yaygınlık kazanmıştır.
Düşünsel dünyasıyla kentli olmasına karşın, hayatını köyde sürdürmeyi seçmesini şöyle açıklar:
“İstesem taşınırdım (kenti kastederek). Amma orada ayrılmak istemedim. Çünkü beni kasabalar sıkıyor. Sebebine gelince, zaten insanlarda dört kapı var. Göz, kulak. Göz zaten kapanmış. Her duygum kulaktan olduğu için, böyle gürültülü yerlerde kulağı da o kapatıyor, onun için… Sonra bir hal daha vardır ki, mesela buraya geldim, oturdum, kapandım. Kendi kendime çıkıp dışarıyı gezemem. Ama köyde olursam istediğim eve gidebiliyorum. Çıkıp kendi kendime geziyorum. Burada elinden tutunca nereyi gözersen kendine hakim değilsin. Onun evinde geziyorsun.” (Ekmekçi, Yeni Ortam, 1 Ocak 1973).
Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Köy Enstitüleri, bir eğitim modeli olarak farklılığını seçtiği öğrenci kesimi, öğretmen kadrosu, izlenceleri (müfredat) yanı sıra, enstitülerin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç ve Ahmet Kutsi Tecer gibi kültür adamlarıyla yörüngesini bulan ulus olma çabasındaki bir toplumun ilim insanı ile irfan sahibi insanını aynı mekanda buluşturma gayretidir.
1941 yılında Arifiye Köy Enstitüsü’nde başlayan, 42-43 yılında Hasanoğlan, 44 yılında Çifteler, 45’de Gölköy’de, ardından Pamukpınar’da devam eden Âşık Veysel’in öğretmenliği böyle bir irfan sahibi kişinin, ilim sahibi kişilerle buluşma macerası olarak da algılanmalıdır. Çünkü, adının önünde köy sıfatının bulunması, enstitülerin, ‘köycülük’ ideolojisi taşıyan kurumlar olarak değerlendirilmemesini gerektirir. Tam tersine, bu kurumlar, izlencelerinin içeriği, eğitmenlerinin ve öğretmenlerinin bilgi ve beceri birikimleriyle ortaya koymuş oldukları kültürel, sanatsal ürünlerle ‘kent’ kültürü zeminini geleneksel kültürün dinamik değerleriyle bütünleştiren özelliğe sahiptir. Öğrencilerini güzel sanatların ufuk açıcı zenginliğiyle buluşturan, yöntemi hayat bilgisinin zengin bir damarı kılan akılcı, bilimsel düşünen bireylerin yetiştirildiği kurumlardır. O bakımdan da buralardan çok sayıda edebiyat ve sanat insanı, toplumun aydınlık yüzünü oluşturan değerler yetişmiştir.
Örgün eğitim kurumlarıyla bir biçimde tanışıklığı, aydın kesimle iletişimi, onu, olayları daha geniş bir bakış açısıyla görebilme bilincine erdirmiştir. Dönemin önde gelen aydın ve yazarları ile, örneğin Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Ruhi Su, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Ümit Yaşar Oğuzcan, Hilmi Yavuz, Erdoğan Alkan gibi isimlerle iletişimini canlı tutmuş ve onların çevresinde bulunduğu sürece birikimlerinden yararlanmasını bilmiştir. Bu bakımdan da çağın gereklerinden uzak kalan ve gelişim için çaba harcamayan üstelik kendisini ‘geleneğin temsilcisi’ olarak gören kimi halk şairlerini eleştirmekten alıkoymaz:
“…
İyi demez kötü demez metheder
Bakarsın ki bir tel kırmış çat eder
Sorsan baksan aşka binmiş at eder
Yorulup yollarda kalan âşıklar
Şehvetle aşıktır kıza geline
Arı olan tuz katar mı balına
İbrişimden nazik ipek teline
Katarlar çeşitli yalan âşıklar
“Âşıklar çoğaldı sadık az kaldı
Fikreyle ey Veysel ne zaman geldi
Şiirde ne özet ne bir öz kaldı
Savurur denesiz saman âşıklar”
İçeriğine gecekondu, demokrasi, kapıcı, apartman grev, lokavt, miting, gibi birçok yeni sözcüğün girdiği halk şiirlerini de ancak 1960’lı yıllardan sonra duymaya ve okumaya başlıyoruz. Bunlar gözönüne alınır ve Âşık Veysel’in kimi kentsel temaları daha erken tarihlerde şiirine taşıdığı anımsanırsa, onun değişimi kavramadaki sezgisel gücü çok daha iyi anlaşılır.
* (Bu konuda Aşık Veysel, 16 Aralık 1969 tarihli Milliyet Gazetesinde, Arda Uskan’a: “Kırlangıç uşağı’ diye seyyar doktorlar vardı. Buraya geldiler. Onlar göz açarlardı. Göz doktorlarıydılar. Babam rahmetli gösterdi, baktılar:
-Sağ gözü ışık görüyor. Üstünde perde var. O perdeyi alırsak gözü açılır. Akdağmadeni’ne getir de orada tedavi edelim, dediler.
Onlar gittiler. Aradan birkaç gün geçti. Bende bir sevinç başladı ki sormayın. Fakat fakirlik var. Babam para bulacak da götürecek açtıracak…
O arada, öküzün önünden saman irisini, tozunu, toprağını temizlemek için ahıra girdik. Öküz bağlıydı. Hayvan kafasını böylesine sallayınca, boynuzunu tam gözümün üstüne vurdu. Sağ gözümü de akıttı gitti. O ışık da kayboldu. Kaldı o iş de.” diyor.
* * Burada, Kazaklar arasında yaygın, kopuzun Dede Korkut tarafından bulunmuş olduğu inancıyla birleşen bir menkabeyi de aktarmayı yararlı buluyorum.
“Korkut Ata, ölümden kaçmak üzere, bir masal devesi olan kanatlı Cilmaya’ya binerek dünyanın bir ucuna gitmiş. Orada ölümün kendisini bulamayacağını düşünmüş, bilinmez bir ülkeye varmış. Orada, yol üzerinde birtakım kimselerin bir çukur kazdıklarını görmüş. Bunu kimin için kazdıklarını sorunca “Korkut için” demişler. Bunun üzerine kendisini belli etmeden bu kez dünyanın öteki ucuna kaçan Korkut orada da yine bununla karşılaşmı. Dünyanın üçüncü ve en son dördüncü ucunda da bunu görüp ölümden kurtulmak umudunu yitirince eski çadırına dönmüş. Devesini kesmiş, derisini dağarcık gibi dikmiş ve kopuzunu içine koymuş. Ondan sonra seccadesini alarak ırmağın ortasına sermiş, seccade batmamış, Korkut gece gündüz uyumadan hep Allaha yalvarırmış, dualar edermiş. Sularlasürüklenip giden seccadenin üzerinde ölüm ne yandan gelecek diye kollayan Korkut, sonunda uykusunu yenemeyerek uyumuş. ölüm de bir küçük yılan olarak seccadeye çıkmış ve Korkut’u sokup öldürmüş. Böylece ölen Korkut’u ırmağın kıyısında, bir dağın yamacına gömmüşler, kopuzunu da mezarına koymuşlar. Anlaşılan, Dedem Korkut, kopuzunun birçok yıllar boyunca Cumadan Cumaya, sahibine ağlarcasına, acıklı sesler çıkarmasını istemiş olacak. Kopuzun bu acıklı sesini dinleyenler, onun “hor-hut, hor-hut” diye bir ulu ermişin adını çağırdığını ayırt edebilirlermiş.” (Orhan Şaik Gökyay, Türk dili, 207 (1968): 434)
[1] Aslanoğlu, İbrahim (1967), Aşık Veysel, s. 9, Sivas.
* Burada, Kazaklar arasında yaygın, kopuzun Dede Korkut tarafından bulunmuş olduğu inancıyla birleşen bir menkabeyi de aktarmayı yararlı buluyorum.
“Korkut Ata, ölümden kaçmak üzere, bir masal devesi olan kanatlı Cilmaya’ya binerek dünyanın bir ucuna gitmiş. Orada ölümün kendisini bulamayacağını düşünmüş, bilinmez bir ülkeye varmış. Orada, yol üzerinde birtakım kimselerin bir çukur kazdıklarını görmüş. Bunu kimin için kazdıklarını sorunca “Korkut için” demişler. Bunun üzerine kendisini belli etmeden bu kez dünyanın öteki ucuna kaçan Korkut orada da yine bununla karşılaşmı. Dünyanın üçüncü ve en son dördüncü ucunda da bunu görüp ölümden kurtulmak umudunu yitirince eski çadırına dönmüş. Devesini kesmiş, derisini dağarcık gibi dikmiş ve kopuzunu içine koymuş. Ondan sonra seccadesini alarak ırmağın ortasına sermiş, seccade batmamış, Korkut gece gündüz uyumadan hep Allaha yalvarırmış, dualar edermiş. Sularla sürüklenip giden seccadenin üzerinde ölüm ne yandan gelecek diye kollayan Korkut, sonunda uykusunu yenemeyerek uyumuş. Ölüm de bir küçük yılan olarak seccadeye çıkmış ve Korkut’u sokup öldürmüş. Böylece ölen Korkut’u ırmağın kıyısında, bir dağın yamacına gömmüşler, kopuzunu da mezarına koymuşlar. Anlaşılan, Dedem Korkut, kopuzunun birçok yıllar boyunca Cumadan Cumaya, sahibine ağlarcasına, acıklı sesler çıkarmasını istemiş olacak. Kopuzun bu acıklı sesini dinleyenler, onun “hor-hut, hor-hut” diye bir ulu ermişin adını çağırdığını ayırt edebilirlermiş” (Orhan Şaik Gökyay, Türk dili, 207 (1968): 434).


