Sıvası dökülmüş duvarlarda,
memeler gibi sarkar çocuk çığlıkları.
Kimi doğmamış, kimi yarıda kalmış—
Kız kaçıran bisikletlilerin
çan sesine karışır kolonyalı ağızlar.
Ağustos, tenhada soyunan bir kızdır artık
yanmış çimlerin üzerinde.
Yanık portakal gibi açılır etekler,
ve birileri hep gözlerini ovuşturur
“Utanılacak bir şey mi var?” diye soran bakışlara karşı.
Kenar mahalle sabahları,
ıslak çamaşır kokar hâlâ…
Çamaşır ipine asılı düşler,
kimi zaman annelerinin teninde kurur,
kimi zaman yarım kalmış öpüşlerin ucunda.
Perçemli kızlar—
ergenliğini tamamlamamış ama
geceye methiyeler dizen bakışlarıyla
pencereleri kırar,
süpürge sapına sarılmış arzular gibi
ev ev dolaşır.
Biraz ekmek, biraz sevişme ister
ve susar, arka sokaklarda yankılanan yalnızlıkta.
Mahallenin delileri bilir:
Tanrı buraya hiç uğramaz.
Olsa olsa bir dilenci kılığına girip
sigara ister camiden çıkan çocuklardan.
Bir annenin iki dua arası susması gibi
geçip gider, hiçbir şeye karışmadan.
Duvardan sarkan saçlar
bir koku gibi sızar pencereye.
Orada bekleyen toy eller,
balkon altlarında gizlice dua eder
memelerin yolunu bilen rüzgâra.
Sütyeni çamaşır telinde unutulmuş kızlar,
yaraları sargısız bırakır
açıklığında yürürken gecenin.
Bilirler ki çoktan silinmiş ayetler yazılıdır
avuç içlerine düşen kirli bozukluklarda.
Mahallenin delikanlıları
dillerine doladıkları küfürleri
bir dua gibi mırıldanır,
arka sokaklarda soyunan hayallere.
Ve hep bir gölge gibi arkalarında
utangaç Tanrı’nın gözleri,
hiçbir şeye karışmadan bakar sadece.
Şimdi kim silecek tozu saçlarından?
Kim öpecek terli alnından çocukluğunu?
Perdeleri aralanmış gecelerde
bir daha doğmayacak o yıldız—
Çünkü Grapon Mahallesi çoktan
kendi günahına sarınıp,
utanmayı gömmüş betonun altına.
Kalaylı çatılardan sarkan
paslı jilet izleridir dudaklarındaki kırmızı.
Mahallenin ter kokan genç dulları—
dizlerinde kaçık çorap izleriyle
arka arka yanan sokak lambalarına ağlarlar.
Kaynayan betonun kıyısında
yarım kalmış düşlerin ekşi mayası
çatlar gece yarısı fısıltılarında.
Balkonlardan sarkan yastık uçları
yüzü asık bir Tanrı’nın
unutulmuş duaları gibi savrulur rüzgârda.
Grapon’un ucundaki bakkalın arkasında
sigara molasında geçen ömürler,
sakız çiğneyen kızların gülüşüne karışır.
Sırtı sıvazlanan her yoksulluk
biraz daha açar göğsünü vitrinsiz arzulara.
Cam kenarındaki menekşeler solalı çok oldu.
Şimdi perdeler oynamaz rüzgârla.
Aralık kalmış düğmelerden sızan
ufacık bir nefes bile büyütür
yalnızlığın kundakta unuttuğu çocuğu.
Ve yine bristol kâğıdına dökülürler—
adı olmayan bir hikâyenin
ne kendine ne bir başkasına ait
kıvrak ama bitkin son cümlesi olarak.