Yaklaşık üç haftadır günlük yazmadığımı fark etmiştim.Sabah yumurtaların kabuğunu soyarken aklıma geldi biliyor musun?Günlüğümün bana darılmış olacağını düşündüm,ve senin bana…
Oysa ben seni hiç ihmal etmiyordum.Ben kendimi ihmal ediyordum.Yalanın yanlışın en büyüğünü oynuyordum aslında.Önce kendimi sonra da seni kandırıyordum.Ama biliyor musun?
Sende beni,sende kendini kandırıyordun. İkimizde birbirimizi kaldırdığımızı zannediyorduk.Ben hiç dinlemediğim şarkıları en sevdiğim şarkı gibi dinliyordum senin yanında. Sende nefret ettiğin dizileri zevk alıyormuş gibi izliyordun yanımda. Oysa birimiz denize düşmüş bir masum birimiz ise sarılılmasını bekleyen bir yılandık.
Hatırlıyor musun Reşat?
Rıhtımda oturup,gemileri seyrettiğimiz o günü.
Ben tır şoförlerinin kaba saba davranışlarından şikayet ederken,sen üzerlerindeki kıyafetlerin eskiliğine üzülmüştün.Ben havaların sıcaklığından şikayet ederken,sen zorla tırı limana çekmeye çalışan şoföre üzülmüştün.Aslında ikimizde farklıydık, ikimizde farklı şeyleri düşünürdük,farklı şeyleri severdik.
Hiç aldırmadık,hiç kaile almadık.Ama ne de iyi biliyorduk neyin ne olduğunu.Oysa ne sen seviyordun adımın Yekta olduğunu, nede ben Reşat olduğunu.
Hatırlıyor musun seninle nasıl tanıştığımızı?
Adana’ da badanaları eskimiş,sıvaları dökülmüş bir evin çatısında güvercinini uçururken kaybetmiştin.
Teyzemin kapısını çaldığında kapıyı ben açmıştım.Sen güvercinini kaybettiğini söylemiştin, bizim çatıda arıyordun.
Buz gibi bir limonata doldurmuştum sana.
Bir dikmede bitirmiştin. Sıcaktan için yanmıştı belliydi. Aynı hafta içerisinde hem manavda karşılaşmıştık,hem dondurmacıda, hemde bir mahalle düğününde.
Bu kadar tesadüf üst üste gelmiş olamazdı.Belki bizi birbirimize çeken bir güç vardı aramızda.
Film gibi başladığına inanmış, masal gibi bir birliktelik yaşadığımıza inandırmıştık kendimizi.Olması gereken bir ilişki gibi ilerliyordu herşey.Pikniğe gidiyorduk,sinemaya gidiyorduk,en güzel konserlere bilet alıp,birbirimize sürprizler yapıyorduk.Ve hatta inanır mısın,iki aptal gibi evlilik hayali dahi kurduğumuz olmuştu.
Derme çatma bir balıkçıda sadece bir roka,bozulmaya yüz tutmuş bir beyaz peynir ve yağsız bir levrekle meze yapıyorduk rakımıza.
Senin de gözlerin uzaklara bakıyor birşeyler düşünüyordun, benimde gözlerim uzaklarda…Önce sen sormuştun ne düşündüğümü.
Sonra ben.
İkimizinde cevabı, hiçbirşeydi.
Çünkü o hiçbirşeyin içinde çok şey vardı aslında.
Bütün sarılmalarımızın sonu bir şefkatle bitiyor, başka bir yere varamıyorduk.El ele tutuşuyor ama okşayamıyorduk.
Saati yedi buçuğa kurmuştum.Ama alarmı bile duymamıştım.Gözlerimi açtığımda bir mesaj onbir satır yazılmış.
Bu kadar uzun yazmana gerek yoktu,sadece biliyordum yazıp göndermiştim sana.
Neredesin? diye sordum.
Gözlerinin uzaklara baktığı yerde olduğunu söyledin.Bir daha da hiç cevap yazmadın zaten.Haberde alamadım senden.
Yıllar sonra bir barda karşılaşmıştık.Hiçbirşey olmamış gibi sarılmıştık.
Sabahın dördüne kadar ikimizde uzaklara baktığımız yeri, o gün ne düşündüğümüzü uzun uzun anlatmıştık.
Bu mektubum eline geçtiğinde umarım çok mutlu olduğun bir zamandasındır.
Bütün kalbim iyi ve mutlu olman için sana içten dua ediyor.
Hayatımız çalınmıştı.
Ora da duran ya hayaliydi yahutta gölgesi.
Farklı bedenlerde hayallerimizi,kendi bedenlerimizde hayatı yaşıyorduk.
Evet arasında dünyalar kadar fark vardı…
Umarım unutmuşsundur sarı saçlı Leyla’yı.