İnsanoğlunun yolculuğu, dünyaya geldiği andan itibaren başlar ve kimi zaman kararlı, kimi
zaman ise ürkek adımlarla sessizce devam eder. Herkesin bir hikâyesi, bilinmeyen yerlere,
yeni topraklara, yeni başlangıçlara adım atma arzusu vardır içinde. Tabii ki göç, sadece bir
yerden bir yere gitmek değildir. Hayallerini, düşüncelerini, yaşadığın veya yaşayacağın
korkuları da beraberinde götürmek ve daha iyisi olacağına umut etmektir.
Eskilerden süregelen bir merakla insanın kendisini keşfetmesiyle başlar göç hareketliliği.
İnsanoğlu, hayatını idame ettirmek için yeni yerler keşfeder. Kendini bir yere ait hissetmeye
çalışır, ta ki ufukta yeni bir dünya görene kadar… Durur, dinlenir, sonra yoluna devam eder.
Felaketler, açlık, savaş, doğa olayları insanoğlunu müphem bir yolculuğa zorlar. Yolcu bellidir
fakat yollar sürekli değişir, ayrılır. Çünkü aynı yüreği farklı yollara götürür durur; hareket
eden sadece beden değildir. İnançlarımız, kültürümüz, etnik kimliğimiz, dilimiz, töremiz,
kısaca bizi biz yapan değerlerimiz de bu hareketlilikten nasibini alır.
Hani derler ya, “Gidene mi zor, kalana mı?” diye. Giden, heybesine “Bir daha göremem.” diye
her şeyden, herkesten bir parça alır; ruhunun, kalbinin bir köşesine iliştirir. Gittiği yerde her
şeyini ortaya saçar… Ayak uydursun, topraklarda köklensin diye yeniden şekillendirir kendini.
Oysa ne acılar ne hüzünler saklıdır içinde… Geçmişin ince hatırası sızlatır yüreğini. Ama şunu
bilmelidir ki bu hikâye tek bir bireyin hikâyesi değil, insanlığın da yazgısıdır. Ortak
arayışların, harmanlanmış hikâyelerin, zamansız düşlerin hikâyesidir. Peki ya bu hareketliliğin
bir sonu yok mu? İnsanın gözü hep yeni ufuklara takılı mı kalacak? Bakıldığında bu yolculuk
her zaman kaldığı yerden devam edecektir. Çünkü bedenin ve ruhun kaderi bu yolculuklarda
gizlidir.
Bazen bu yolculuk kıtalar arasında yaşanır, bazen kendi topraklarında. Kimi zaman
yetenekler, fikirler göç eder yaban ellere; daha sağlam bir gelecek vaadiyle yeni fırsatlara
kapılar açılır. Yaşadığı topraklardan değerinin bilindiği başka topraklarda can bulmaya…İşte
bu noktada beyin göçü kavramı ortaya girer. Değerinin anlaşılmasını, emeğinin karşılığını
almak isteyen bir bilim insanı, doktor, mühendis ve daha nice cevherler, başka bir toprakta
tutunmak için çabalar durur.
Peki, bu süreç nereye kadar devam edecek? Yeteneklerin değeri elimizden kayıp gidince mi
anlaşılacak? Kendi vatanında öz evladına yabancı muamelesi nereye kadar sürecek? Sanırım
zihnimiz, çıktığı bu yolculukta elindeki cevheri başkası işleyip kendini maddi manevi yoksun
bırakan ve yabancılaştıran, onu göç etmeye iten karmaşık yapıya kırgındır.
Çünkü akıl bir hazinedir ve insan ister ki ait olduğu topraklardan kopmadan geleceğini inşa
etsin, boşlukta yitip kaybolmasın. Hazinesi, ülkesinin gözdesi, kıymetlisi olsun; cevher
ellerinden kayıp gitmesin… Ne yazık ki beyin göçü, toplumlar için kanayan bir yaradır. Her ne
kadar bireyin kendi tercihi gibi gözükse de işin aslı öyle değildir. Cevherini kaybeden toplum,
gelecekle bağ kuracağı köprüyü de yıkan sönük bir toplumdur. Oysa ki onlar çağın
sermayesi, aklı ve bilginidir. Bin bir emekle yetiştirilen aydınlık zihinler, doğdukları
coğrafyadan kopar ve yeni yarınlara adımlar atar. Peki ya bu makus talih nasıl değişebilir?
Gidenler yolundan nasıl döndürülebilir? Böyle savrulup giden bu tür sorulara verilen cevaplar,
aslında tatmin edici nitelikler taşımaz. İnsan sessizce, kimsesiz gibi gider, soluğu başka bir
coğrafyada alır. Genç zihinlere orada can suyunu verir, yeni bir hayatın kapısını açar, yoluna
devam eder. Göç kavramı süregelen bir olgudur. Amaç değişir, fakat yine de yolcu yolundadır.
Sınırın dışında çareler arandığı gibi, sınırın içinde de durum farksız sayılmaz. İç göç de
tarihsel bir hikâye barındırır kendi içinde… Kültürel çatışmalar, hatıralar, özlemler, memleket
hasreti gibi kavramlar insan yüreğinde derin izler bırakır. Bu sefer hareketlilik coğrafyadadır.
Daha iyi imkânlar, sosyoekonomik özgürlük, kaliteli bir eğitim, doğal afetler gibi bin bir
neden insanı daha iyiye doğru sürükler. Fakat işin özünde yine köklerden kopuş, başka bir
yerde aidiyet kurma mecburiyeti vardır.
Bu noktada ise yalnızca mekân değişikliği yoktur; insanın özünün yeniden şekil alması,
dönüştürülmesi de vardır. Yeni insanlar, hayatlar, evler, şehirler, bilinmedik yüzler insanı
karmaşaya sürükler. Maalesef göçmenin kaderi de böyledir. Geçmişle gelecek arasında sıkışıp
kalır. Her yer gurbettir artık…
Peki ya bizler bu sessiz çığlıkları duyabiliyor muyuz? Ekmeğini kazanmak için
köksüzleşmeye yüz tutan, köklerini özleyen bu göçmenleri anlayabiliyor muyuz? Evinin
önünde, bağında, bahçesinde koşturup özgür olan ve sonraları beton yığınlarının arasına
sıkışıp kalan mutsuz çocukları hissedebiliyor muyuz? Varlığı bulalım diye yokluk çekmek
zorunda kalanların hikâyesini görebiliyor muyuz? Bir girdabın içinde kaybolmamak, değişime
maruz kalmamak için toplum neler yapmalı diye sorguluyor muyuz?
Bu soruların yanıtlarını tam manasıyla bulduğumuzu söylemek elbette ki kolay değil. Araya
giren mesafeler, yitirilen anılar, yıllarca darmadağın olup kaybolan kimlikler, yeni yurduna
alışmaya çalışan bireyleri sorular karşısında suskunluğa mahkûm eder. Bilinir ki geçmiş ancak
yâd edilir; bir daha kolay kolay yaşanmaz.
Bütün bunların ötesinde bir de kendi isteği dışında, sosyoekonomik ve kişisel düşünceler
haricinde bir göç daha vardır ki en zorlusu denilebilir. Çünkü onda senin düşünce özgürlüğün,
seni sen yapmaya yeten hiçbir fikrin önemi de yoktur. Bu sefer sahne de korku filmi bir trajedi
hakimdir. Savaşın, sefaletin, açlığın, korkunun ve baskının başrolde olduğu bir film. Fiziksel
ve ruhsal olarak bir buhran dönemi hkimdir. Yurtsuz olduğunu bilip yeni yurda kabul görüp
görmeyeceğini kara kara düşünmek başlı başına acı bir yaradır. Her şeyini sırtlayıp
gidebilecek cesareti bulabilen insan, bu sefer yalpalayarak yürür bu yolları. Bir cehennemden
kaçıp kurtulduğuna buruk bir tebessümle karşılık verebilir. Başka diyara sığınmak, seni neyin
beklediğini kestirememek ürkütür biçare insanı. Bu yüzdendir ki her bir adım sağlam atılmalı,
mücadeleye el verilmeli, el verilmeli ki orada tutunup kökleşmeye çalışılsın. Fakat bu durum
o kadar da kolay değildir. Toplumda kabul görmek, bağrına basmak temkinli adımları da
beraberinde getirir. Bunu kendi öz evlatlarına, genç dimağlarına sahip çıkmayan toplumlarda
görüyoruz. Kendi öz evladını yabancılaştıran başkasını kolaylıkla bağrına basar mı? Bağrına
bassa bile vicdan muhasebesinin hakkını verebilir mi? Onların gözündeki endişeyi silebilir
mi? Cevaplarımız doğru veya yanlış ne olursa olsun mülteci göçü insanlık tarihinde derin izler
bırakacak ve yine zorlu yolculuklar süregelecektir.
Sonuç olarak göç olgusunun, toplumların geçmişinde derin izler bıraktığı aşikâr bir gerçektir.
Dilin, dinin, kültürün, sosyoekonomik hayatın değişiminde, hatta kimi zaman yitip
kaybolmasında ciddi etkenlere sahiptir. Sahipte olacaktır; kavimler dünya durdukça göçüne
devam edip kervanını yola katacak, yolculuklarına devam edecektir. Elbette bizler de onlara
bu zorlu yolculukta destek olmalı, yollarını aydınlatmalı, insanlık onuruna yaraşır şekilde
empati ve güven duygusu eşliğinde birlikte yol almalı, herkesin bir gün göçmen olabileceğini
aklımızın bir köşesine iliştirmeli ve yarınlara umutla bakabilen, adil, ön yargısız ve duyarlı bir
yol haritası çizilebilmelidir.
Çünkü sessiz çığlıklar, tarih boyunca yankılanacak, hatta yer yer kendini de talan ederek
mücadeleye devam edecek ve de insan, kendine daima şu soruyu soracaktır: “Her başlangıç
bir son, her son bir başlangıç mı?” Cevap, belki de hepimizin yolculuğunda saklıdır.