Malatya’nın dağlarla çevrili, baharda badem ağaçlarının çiçeklendiği küçük bir Alevi köyü olan Karagözler’de hayat yavaştı ama gelenekler ve yaşam çok hızlıydı. Bu köyde her sabah horoz sesleriyle uyanılır, kadınlar tandır başında ekmek pişirir sonradan tarlaya, bahçeye gider, erkekler ise tarlaya gider sonra da ticaret için merkeze inerdi. Ancak bu sıradan hayatın ortasında iki yürek, sıradanlığa sığmayan bir aşkın hikâyesini yazıyordu: Zehra ve Ali Cem.
Zehra, köyün saygı duyulan ailelerinden biri olan Kaya ailesinin yedi çocuğunun en küçük kızıydı. Gözleri dağ çiçekleri kadar parlak, sesi ise rüzgârın yapraklarda bıraktığı titreşim kadar naifti. Onun güzelliği yalnızca dışıyla sınırlı değildi; yüreği, dedesinden öğrendiği deyişlerle, anasından miras kalan sabırla yoğrulmuştu. Kitap okumayı sever, fırsat buldukça köyün dışındaki tepelere çıkar, orada yalnız kalıp hayaller kurardı. En büyük hayali bir gün öğretmen olup başka köylerdeki çocuklara ışık olmaktı. Bu hayalini defterinin ilk sayfasına şöyle yazmıştı: “Bir gün, bir çocuğun gözlerinde umut olacağım. Sonra o ve diğerlerine bildiğim tüm şeyleri öğreteceğim.”
Ali Cem ise köyün tarihi cem evinin dedesinin torunuydu. Babası yıllar önce İstanbul’a çalışmaya gitmiş, annesiyle birlikte köyde kalmıştı. Sessiz, derin bakışlı, saz çalan, kelimeleri dikkatle seçen bir gençti. Onun kalbinde aşk, sadece bir duygu değil; bir inanç, bir yol, bir meydandı. Genellikle dağlarda, tepelerde yalnız yürür, doğayı, nehirleri, çağlayanları dinlerdi. Sazını eline aldığında herkes susardı, çünkü onun tellerinden çıkan sesler bir başka diyara götürürdü insanı. Kadim bir müzik çınlardı köyün üzerinde. Kendi iç dünyasında, kelimelerle ve melodilerle kurduğu evrende yaşardı. Elbette köyde bahçede, tarlada da çalışırdı.
Zehra ile Ali Cem’in yolları çocukken cem evinde kesişmişti. Dede Halil’in anlattığı Pir Sultan Abdal hikâyelerini dinler, yaşıtlarıyla semah döner, cem bitiminde avluda toplanan kalabalık içinde sürekli göz göze gelir, gizli gizli gülüşürlerdi.
Zaman geçtikçe bu gülüşler bir başka anlam taşımaya başladı. Onların arasında konuşulmayan ama hissedilen bir bağ vardı. Aşka dair ne varsa, köyün patika yollarında, kurumuş dere yataklarında, gece yıldızların altında paylaşılan sessizliklerde büyüdü. Her karşılaşma bir niyaz gibiydi, her bakış bir yemin gibi.
Ancak her aşk, hele ki böyle bir köyde, sınanırdı. Zehra 18’ine bastığında, köyün zenginlerinden Celal Ağa’nın oğlu İbrahim, onu istemeye geldi. İbrahim büyük şehirlerde okumuş ama köyüne dönmüş, babasının kayısı ve dal bastı bahçeleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Parası, karizması ve en önemlisi de Celal Ağa’nın baskısı vardı. Zehra’nın babası İlyas Kaya, bu evliliği köydeki konumlarını güçlendirmek için bir fırsat olarak gördü. Annesi Hatice ise kocasının kararlarını sorgulamaz, geleneklerin yolundan giderdi.
İbrahim kibirliydi. Zehra’ya sadece bir eş değil, bir mal bir mülk gibi bakıyordu. Her görüşmelerinde söz dönüp dolaşıp “Ben sana her şeyi sağlayacağım, başka ne istersin?” cümlesine gelirdi. Oysa Zehra’nın aradığı milyonlarca para, lüks bir konut, binlerce altın değil; ruhunu anlayan, onu ömür boyu sevecek, ona saygı gösterecek, insanlığıyla huzur bulacağı bir yoldaştı. İbrahim’in etrafında olan varlığı ve sürekli söz ettiği varlığı Zehra’yı yoruyor ve her gördüğünde ruhunu boğuyordu. Ali Cem’in ise varlığı, ona bir nefes gibi gerekiyordu.
Zehra, İbrahim’le evlenmemek için itiraz ettiğinde, annesi Hatice ona, “Kızım, biz de bu köyde baş eğdik, sen de eğeceksin,” derdi. Ama Zehra’nın kalbi çoktan Ali Cem’e mühürlenmişti. Gün geçtikçe içine kapanıyor, odasında sakladığı defterlerine yazılar yazıyordu. O defterlerden birinde Ali Cem’e yazılmış şu satırlar vardı:
“Ben seni gökyüzüne yazdım, Cem. Rüzgâr esse bile silinmeyecek kadar derine.”
Tek sığınağı, Ali Cem’le haftada bir, iki kez de olsa, köyün dışında, eski değirmenin yakınında buluşabilmekti. Bu buluşmalarda sessizlik konuşurdu, gözler dile gelirdi. Sazın tınısı, kalplerini birbirine yaklaştıran köprüydü.
Bir gece, ay ışığı kayısı bahçelerine düşerken, Zehra ve Ali Cem eski değirmenin orada buluştular. Sazı elinde, gözlerinde sükût olan Ali Cem, sadece şunu dedi:
“Zehra, seni Fırat suyu gibi sevdim. Sessiz, derin ve dönüşsüz. Ama artık bu köy bizi boğuyor.”
Zehra gözyaşlarını tutamayarak, “Kaçalım Cem… Başka bir yere gidelim. Ben bu baskılarla yaşayamam,” dedi. Elini Ali Cem’in eline koyduğunda, kararlılığı gözlerinden okunuyordu.
O gece, eski değirmenin merdivenlerine oturdular ve kaçış planını yapılmaya başladılar. Ali Cem’in dayısının Elazığ’da merkezdeki bir köyde tanıdığı vardı, onları orada nikâh kıyacak bir belediye görevlisi ile buluşturacaktı. Geceleri gizlice buluşarak her detayı planladılar. Zehra annesinden habersiz çeyizinden birkaç parça aldı, Ali Cem ise dedesinden kalan sazını, birkaç parça kıyafetini ve yadigar kitaplarını koydu valizine. Bir de küçük bir defter: Zehra’nın ona yazdığı şiirlerin olduğu defter.
Kaçış gecesi yaklaştıkça, Zehra’nın kalbi bir yandan umutla çarpıyor, bir yandan vicdanıyla savaşıyordu. İbrahim’in ailesi sürekli gelip gidiyor, istemeye gelmek için nabız yokluyordu. Her geldiğinde babasının artık sabrını yitirdiğini söylüyordu. Böyle günlerin bir akşamında, Zehra’nın annesinin yanına gelen İbrahim’in annesi, Zehra’ya Ali Cem’in adını ağzına aldı ve sertçe konuşmaya başladı:
“Bu oğlanın peşinden gitmeye kalkma sakın, rezil ederim ikinizi de bu köyde. Seni oğlum İbrahim’den başkasına yâr etmeyeceğim”
Zehra hiçbir şey söylemedi. Sadece gözlerini pencereye dikti, yumruğunu sımsıkı yaptı. O gece kesin kararını verdi. Ya özgürlükte sevdiği adamla, mutlu yaşayacaktı, ya sevginin hiçliğinde, kendisini kafasına takmış, varlığıyla övünen bir adamın malı olarak yaşayacaktı.
Kaçış gecesi, köy ahalisi uykudayken Zehra evden çıktı. Çıplak ayakla bahçelerin arasından koştu. Ay ışığında kayısı ağaçlarının dalları sallanıyor, köpeklerin havlamaları rüzgâra karışıyordu. Ali Cem onu köyün çıkışında, çeşmenin önünde bekliyordu.
Göz göze geldiklerinde her şey sustu. At arabasına binip Fırat kıyısına vardıklarında şafak yeni söküyordu. Nehir kıyısında onları bekleyen eski bir kayık vardı. Bir komşu köylü eski okul arkadaşları, Ali Cem’in saz çaldığını duyup, aşkının acısını anlayıp, eskiden beri de birbirlerine yanık olduklarını bildiği için onlara yardım etmeye razı olmuştu.
Ali Cem, Zehra’nın elini tuttu. “Bu nehir bizim özgürlüğümüz. Geriye bakmak yok,” dedi. Zehra başını salladı, gözleri doluydu ama bu sefer korkudan değil, kararlılıktandı.
Kayık Fırat’ın serin sularında ağır ağır süzülürken, güneş ufukta belirdi. Nehrin her kıvrımı onlar için yeni bir umuttu. Köyden hayli uzaklaştıktan, Fırat’ın Elazığ kıyılarına varılmaya yakın, Zehra, kayığın ucuna oturup göğe baktı. Ali Cem, sazını çıkarıp çalmaya başladı. İlk kez kendi yazdığı bir deyişle seslendi suya:
“Ey Fırat, bizi taşı sonsuzluğa, Bu sevda yansa da köyde, Bir umut bırak ardımıza.”
Gün yükseldikçe, yeni bir hayata yaklaşıyorlardı. Elazığ’a vardıklarında, onları bekleyen adam, sessizce başını salladı. “Hazırsınız,” dedi. Önceden, belediyeden ayarladığı yıldırım nikâhı kıyıldı. O an, Zehra’nın içinden büyük bir yük kalktı. Ruhu özgürleşti, huzura erdi. Artık ne babasının, ne köyün, ne de geleneklerin prangaları kalmıştı. Sadece aşk vardı. Sonsuz ve özgür aşk.
Aylar sonra bir haber yayıldı köye. Zehra ve Ali Cem, bir kasabadaki iki küçük okulda öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Zehra, çocuklara dikiş, nakış, bez bebek yapımı öğretiyor, Ali Cem ise okuma yazma öğretiyor derslerin bazılarında onlara saz çalıyor, deyişler öğretiyor, onların da hayal kurmasına yardım ediyorlardı. Öğrencilerinden biri, bir gün Zehra’ya şöyle demişti:
“Öğretmenim, siz masallardan geldiniz değil mi?”
Zehra gülümseyerek o güzel, siyah saçlı kız öğrencisine cevap verdi: “Hayır, biz gerçeği masal gibi yaşamayı seçtik.”
Ve Fırat, o gün iki aşığın sırrını usulca alıp taşıdı, dağların ötesine. Ama bu kez yalnızca sır değil, yeni ve özgür bir hayatın hikâyesini de götürdü beraberinde. Aşk, bazen bir kayıkla mutluluğunu yaşamaya başlar, bazen de bir defterde yazılan küçük bir şiirle. Ama gerçek aşk, sonunda hep özgürlüğü bulur ve ele ele tutuşturur.
O defterde ise şu iki şiir bulunur:
Sırrımız Fırat’ta Kaldı
Gör ki aşk neylemiş bizi,
Yâr ile bir yol düşledi gönül.
Ocaklarda köz, yüreklerde iz,
Bir muratla yandık, serden geçtik.
Nefes oldu adın dudağımda,
Her dem seni andım niyaz gibi.
Köyde kaldı adımız, küskün bakışlarda,
Biz düştük yola, aşkı yol belledik.
Bir el verdik, bir can koyduk ortaya,
Fırat şahittir, gece yoldaşımız.
Zehra’m dediğim, Cem’im dediğin,
Seri aşk olanlar bilir halimizi.
Dönen dönsün biz dönmeyiz bu yoldan,
Pir Sultan misali asılsak da.
Aşk bir meydan, aşk bir cümle sır,
Sırrımız kaldı değirmen taşında.
Saz sustuğunda ben sen oldum,
Sen gözyaşıyla dolu bir temmuz.
Bu sevdada ne bir ev, ne bir çeyiz,
Bir kayık, bir nehir, bir umut.
Ey yâr, aşkın cümlesi bizde yarım kalmaz,
Vurulsa da dağlar, dağlar bizi ayırmaz.
Zalimin sözü sussa da gecede,
Bizim deyişimiz yıldızlara yazılır.
Yâr İçin Düşülen Yol
Döndüm döndüm, kendime gelemedim,
Yâr için düştüm de, sıladan geçtim.
Bir söz söylesem dağlar ağlaşır,
Ben aşkı cem eyledim, serden geçtim.
Gönül bir ateş, külü Fırat’ta,
Sırrım nehirde, gülüm rüyada.
Bizim sevdamız nice ocakta,
Yanıp da kül olmadı, gül oldu sonunda.
Bir yanda dede sözü, bir yanda yâr,
Yol ikrardır, aşksa meydan.
Ben Zehra’yı gönlümde darda sakladım,
Ali Cem’i sazla, nefesle andım.
Ne bir düğün isterdik, ne de toy,
Bir kayık yeterdi, iki cana doy.
Ey Hak, nasip eyledin bu vuslatı,
Ay doğdu geceye, yıldızlar şahitti o son koy.
Zulmün köyü ardımızda kaldı,
Her hece bir niyaz, her adım bir duaydı.
Deyiş söylerken aşkı anlatırız,
Yâr için düşülen bu yol Hakk’aydı.