Saat dörde on var. Salonda bir battaniye kıvrılmış, sehpanın üzerinde sabah içilmiş kahve bardağı hâlâ duruyor. Mutfakta ise açılmış çekmeceler, yarım bırakılmış bir alışveriş listesi, dünden kalma çaydanlık… Çocuğun oyuncaklarını söylemiyorum bile. Ve telefon çalıyor: “Az sonra oradayız.”
İşte o an, içimden bir nida yükseliyor:
“Eyvah, misafir geliyor!”
Bu sadece bir haber değil. Bu, bir alarm. Bir iç seferberlik çağrısı. Bedenim telaşa geçiyor, zihnim yapılacaklar listesiyle dolup taşıyor: Toz var mıydı, tuvalet temiz miydi, dolapta ne vardı, ben ne giymeliyim? Evdeki düzen, bir temsil alanına dönüşüyor. Sanki biri değil, dünya gelecek. Küçük çocuk olunca da zaten hangi birini on on beş dakikaya sığdırabilirsin ki?
Bu cümleye hepimiz tanığız. Hele kadınlar… Özellikle annelerimiz, anneannelerimiz… Onların “misafir gelir evi derle, çocuklar” deyişiyle büyüdük. Onlara göre misafir, evin gerçek yüzünü değil, ideal hâlini görmeliydi. Misafir, dışarının içeriye giren gözüdür çünkü. Temsilin ta kendisidir. Misafir için yapılan temizlik, sadece fiziki değil; aynı zamanda toplumsal konumun cilalanmasıdır.
Ama içten içe biliriz ki o evde en çok biz yaşarız. Dağınık hâliyle de biziz, mutfağın karışıklığı da, çamaşır ipinde asılı duran iç çamaşırı da… Bu yüzden misafir gelişi, bazen bir utançla karışık savunma refleksi yaratır. “Kusura bakmayın, biraz dağınığız,” deriz. Sanki her zaman derli toplu olmak zorundaymışız gibi.
Zamanla anlıyorum ki “misafir geliyor” paniği sadece evle ilgili değil. Bizden ne beklendiğiyle ilgili. “İyi bir ev sahibi” olmak, “kadın gibi kadın” olmak, “terbiyeli çocuk büyütmek”, “hamarat olmak”… Misafire hazırlık, bazen bu sıfatların provasına dönüşüyor. Oysa belki de misafirin en çok görmek istediği şey: gerçek hâlimiz.
Yine de hazırlanırız. Kek yapılır, ütü yapılır, halılar silinir. Sofra kurulur; hem misafir için, hem kendimize olan saygımız için. Çünkü belki de biz, misafirle birlikte kendi aynalarımızla da yüzleşiyoruz. “Evim” dediğim şeyin aslında “benim” olduğumu hatırlıyorum. Yani evi toparlarken kendimi de toparlıyorum.
Ve misafir gelir. Bazen sadece gelir. Oturur, kahvesini içer, iki laf eder ve gider. Ama içimizde o telaş, o kırıntı kalır: Bir dahaki gelişe kadar yaşamak için kurulmuş bir evin değil, temsil etmek için düzenlenmiş bir hayatın ortasındayızdır.
Belki bir gün, “Eyvah, misafir geliyor!” demem. Belki sadece, “Ne güzel, biri geliyor,” derim. Ve o zaman evim de ben de olduğum gibi kalırız. Çünkü asıl misafirlik, içtenliğin olduğu yerdedir.