İşte yine kapımda. Zil deli gibi çalıyor ama ben açmaya korkuyorum. Onu içeri alırsam başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum. Işıkları kapattım istemsizce. Salondaki kanepenin arkasına sindim sessiz sessiz. Ölümüm onun ellerinden olsun istemiyorum. Elimle ağzımı da iyice kapattım. Olur ya nefes alışlarımı falan duyar evde olduğumu anlar. Bir de bunun için bir araba dayak atar şimdi. Sanki buraya bunun için gelmemiş gibi. Yok yok bu kesin evde olduğumu anladı. Hala kapıya deli gibi vurmaktan vazgeçmiyor. Evde yokum işte gitsene be…
Şu an evimin kapısını delicesine yumruklayan, kapıyı açarsam elinden kurtulamayacağım adam, beni sokağa çıkamayacak hale getiren, hadi çıktım diyelim hiç kimsenin yüzüne bakmayacağı bir hale sokan, hadi yüzüme de baktılar diyelim peşimden her mahallede teneke çaldıran bu adam benim Hikmet’im miydi? Evet oydu…
Şimdi köşe bucak kaçtığım bu adamın yanında bir zamanlar ne kadar da mutluydum. Kimi zaman etrafına attığı çapkın bakışlar hoşuma gitmese de diğer zamanlar da olduğu gibi hep karizmatik ve sert bakardı. Siyaha çalan gözleri çatık kaşlarının altında daha da belirginleşir önü arkası belli olmayan bir yol olurdu. Onun o sert bakışları içimdeki korkuyu ezerdi sanki. Bana onun yanındayken hiçbir şey olmaz derdim, en büyük zararın ondan geleceğini bilmeden önce.
Öyle ya biz çok aşıktık. Nasıl unuturum. Hem de öyle böyle bir aşk değildi bizimkisi. Hani dizilere filmlere falan konu olacakcasına. Onun geleceği saatleri bugünün aksine ne büyük bir heyecanla beklerdim. Ne yere ne göğe sığamazdım onu görene denk. Sokağın başında göründü mü gelişini seyrederdim uzun uzun. Adım atışlarını, paltosunu ağır ağır iten rüzgârı izlerdim pencerenin ardından. Siyah kösele ayakkabılarını yere vura vura gelirdi bana doğru. Paltosunun yakasından aşağıya doğru sarkan atkısı bazen rüzgarla uçuşurdu. “Sarkıtma şunu, şöyle doğru düzgün boynuna sar.” derdim çoğu kez. Ama o yine bildiğini yapardı.
Bedenlerimiz birbirine karıştığında tek beden olurduk. Öyle bir ateş yanardı ki bedenim de bir tek onun dudakları söndürürdü bu ateşi. Söylediği sözler beni derin bir sarhoşluğa kaptırır ve tamamen onun kollarına teslim ederdi. Dünyada ondan ve benden başka hiçbir şey yoktu sanki. Öyle ki kuşlar bile sanki bizim aşkımız için kanat çırpar, güneş bile bizim aşkımızı aydınlatmak için doğardı. İri cüssesinin yanı sıra onun yanındayken küçük bir kız olurdum. Nazlı, niyazlı küçük bir kız. Sonra zamanla bana verdiği sıfatlar değişmeye başladı. Aşkımlar, bitanemler, canımların yerini Hikmet’in namusu, Hikmet’in hatunu gibi birçok şey aldı. Ve küçük kız bu sıfatların altında hunharca ezildikçe ezildi. Aşksa özgürce kanat çırpışlarım değil esaretimin adı olmuştu…
Seni sevmiyorumla seni istemiyorum cümlesi arasında nasıl bir uçurum olabilirdi ki? Seni sevmiyorum dediğimde olabilir diyen adam, seni istemiyorum dediğimde kemiklerimi kırmak isteyen bir canavara nasıl dönüşebilirdi? Gerçi Hikmet bu şaşırmamak lazım. Kadehleri bir bir tokuştururken tam çakırkeyfin ortasında çıkartırdı 14’lüyü sağa sola pat pat ateş ederdi. Eğer canı sıkkınsa tutardı çenemi sıkı sıkı, dayardı silahı gırtlağıma. O zamanlar bir tokat patlatır bırakırdı. Ertesi akşam bir ton hediyelerle çiçeklerle gelirdi tekrardan kapıma. Kıyamazdım affederdim hemencecik. Ta ki aramızdaki aşk bitene kadar. Aşkla öpülen saçlarımı ellerine doladığında, dizlerine huzurla yasladığım başımı duvarlara çarptığında, bedeninde tutkuyla gezen parmaklarımı kırdığında anladım. Anladım ki aşk bitmişti.
“Aç ulan kapıyı evde olduğunu biliyorum. Seni bir elime geçirirsem var yaa!..”
Kapıya vurmaktan vazgeçmediği gibi bir de bağırmaya başladı. Bu kadar sese bu kadar insan nasıl sessiz kalır akıl alır gibi değil. Koskoca apartmanda bir kişide çıkıp “Birader evde kimse yok. Hadi bas git.” demiyor. Sesi gelmeye hala devam ediyor. O kadar sinirle bağırıyor ki laf mı sayıyor küfür mü ediyor anlamıyorum. Tek bildiğim Hikmet şu an kapıyı kırıp içeri girse beni saçımdan tuttuğu gibi Allah yarattı demeden yer misin yemez misin?
Sonra sabah gazetelere çıkarım belki. Birkaç dakikalığına ya da saatliğine ünlü olurum. Kadın cinayeti diye birkaç yerde hastag açarlar adıma. “Aşığı tarafından öldürülen kadın.” diye koca koca manşet atarlar gazeteye. Altına da kanlar içinde olan sansürlenmiş bir resmimi. Birkaç mahalle kadını yan yana gelir konuşur belki beni.
“Kocası mıymış?”
“Yok ayol ne kocası! Oynaşıymış. Adam evliymiş.”
“Evli adamın yatağında ne işi varmış kahpenin?”
Beni en çok bunları söyleyenlerin kadın olması üzer. Hoş öldükten sonra nerden duyacaksam.
Acaba kadınlar böyle konuşurken karşılarına geçip; Yemin ederim ki davetkar olan ben değildim, desem bana inanırlar mıydı, diye düşünmeden de alıkoyamam kendimi. Karımı boşayıp seni alacağım, dedi sende hemen koynuna mı girdin, demezler miydi? Ben Hikmet’in evli olduğunu biliyormuşum bilmiyormuşum ne olmuş ne bitmiş onların umurlarında olmazdı ki. Evli bir adamla beraber olmam “kötü kadın” olmam için yeterliydi. Hikmet’in evli olduğunu da zaten onlardan öğrenmemiş miydim? TRT Dürdane akşam haberlerinde bütün mahalleye yayın etmemiş miydi? Ben kapıyı sıkı sıkı kilitleyip salya sümük ağlarken penceremin altında bağıra bağıra “Sallandıracaksın anacım böyle namussuzları bak bakalım bir daha evli erkekleri ayartabiliyorlar mı?” dememiş miydi laf ebesi meziyet eteğinin belini toplaya toplaya? Duyduklarım kadar duymadıklarımda olmuştu bu mahallede. Allahtan ev kendimin de kimse öyle kolumdan tutup kedi yavrusu gibi sokağa atamıyor. Mahalleliye kalsa ohoho! Çoktan başımı alıp gitmeliymişim buralardan. Burası namuslu bir mahalleymiş. Alın o namusunuzu başınıza çalın, demek vardı. Ah, aah!
Dürdane ve Meziyet gibi arkamdan atıp tutan mahalleli şu halimi görse yine aynı şeyleri düşünmeye devam eder mi acaba? Mesela nasıl korktuğumu, şu koltuğun arkasında nasıl iki büklüm durduğumu görseler? Kendisine faydası olmayan tül perdeyi kendime kalkan yapışımı, nefes alırken bile titrediğimi görseler yine aynı şeyleri düşünürler miydi? Sırtımdaki morlukları, bacağımdaki bıçak izlerini göstersem. Ona, onu istemediğimi söylediğim de bana bunu yaptı, desem bana inanırlar mıydı? Sanmam.
Takkk! Taaakkkk!
Öff! Defol git hadi be sende… Hı nerede kalmıştık?.. Neyse. Onlara Hikmet’in beni kendine nasıl aşık ettiğini anlatmalıydım belki de? Çalıştığım çiçekçideki bütün çiçekleri satın alıp bana vermesinden başlamalıydım. Her gün kapının eşiğinden içeriye bir mektup atıp kaçışını belki de. Sanki Hikmet bana değil de, Franz Kafka, Milena’ya yazmıştı bunları. Ne saçlarımın güzelliği ne de tenimin ışıltısı eksik kalıyordu mektuplarda. Hikmet bu iri yarı kaba saba bir adam ona böyle sözler yazdırmak kolay mı? Öyle güzel sözler duyunca hele de böyle bir adamdan duyunca insanda kendini bulunmaz Hint kumaşı sanıyor canım. Ne yağmur ne soğuk ne sıcak Hikmet’in her gün gün batımında çiçekçinin önünde oluşuna engel değildi. Neymiş efendim kızıl saçlarım gün batımını andırıyormuş. Günün batışını da saçlarıma bakarak izlemek istiyormuş. Laflara bak gel de düşme. Neyse yazdığı her satıra kendimi işte öyle kaptırdım. Ve sonunda konuşma isteğini kabul ettim. Yani aşkla çırptığını sandığım kanatlarımı aslında esarete açmıştım. Bana evli olduğunu hiç söylememişti. Ben TRT Dürdane’den evli olduğunu öğrendiğimde, Hikmet’te bana aldatan her erkeğin söylediği sözleri söylemişti aslında. Ben anlayamamıştım. Annemin köyden akrabası, o beğenip aldı, dedi. Ben onu hiç sevmedim, sadece seni seviyorum, dedi. En kısa sürede boşanacağım, senin için her şeyi yaparım, dedi. Dedi de dedi ama seni öldüresiye döverim, saçlarını tomar tomar yolar, kemiklerini kırarım, demedi. Zaman geçtikçe de ne Hikmet boşandı ne de beni bıraktı. Beni günlerce uyuttukça uyuttu…
“Allah belanı versin lan senin. Şimdi görürsün ananın örekesini!..”
Aman Allahım kapıyı kıracak bu adam… Korkuyorum çok korkuyorum. O da ne? Ne yani? Maymuncuk mu yoksa? Olamaz! Eyvah! Galiba sonum geldi.
Bir hayatın bitişinin başındayım. Öylesine küçücük sözcüklerle bir satıra sığıveren bir hayat. Bu kadar basit miydi? Bir kelebeğin ömrü kadar mıydı yani? Oysa o kadar çok hayallerim vardı ki, gerçekleştirmem gereken programlarım vardı ki… Örneğin köye gidecektim bu yaz. Hikmet’ten dolayı beni evlatlıktan reddeden annemden ve babamdan özür dileyip helallik alacaktım. Örneğin geçen hafta yaptığım iş müracaatından olumlu yanıt almıştım. Gelecek hafta çiçekçiden çıkışımı isteyip muhasebeci yanında çalışacaktım. Maaşımda güzel olacaktı. Ve ben bir türlü değiştiremediğim salondaki kanepemi değiştirecektim. Hem de deniz mavisi bir kanepem olacaktı…
İnsanoğlu ne garip?.. Ölümün eşiğindeyim ama neler düşünüyorum. Oysa birkaç saniye sonra belki de çoktan Allah’ın huzuruna çıkmış olacağım…
Allahım bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlar için beni bağışla…