İnsan, bazen farkında bile olmadan kendi kendine engel olur. Bunu bazen düşünceleriyle bazen de davranışlarıyla yapar. Önünde birçok seçenek varken karar vermeyi erteler; seçmediği yolda aklı kalır, seçtiği yolda ise içsel bir ikna süreci başlar. Kararını haklılaştırmak için kendi kendine güzellemeler yapar. Davranışlarını, düşüncelerini sınırlayan görünmez duvarlar örer; çoğu zaman da bu duvarları yine kendi elleriyle inşa eder. Olmamış olaylar üzerinden olumsuz çıkarımlar yapar, sonra da bu karamsar senaryolara uygun şekilde davranır. Oysa bilmez ki, insanın en çok ihtiyaç duyduğu destek yine kendisinden gelendir. Kendi yolunu açacak ilk adımı da kendisi atmalıdır.
Bu hayata ağlayarak başlıyoruz; ağlamasak, “sorun var” derler. Belki de hayat, daha başlarken bize “acı da bir yaşam belirtisidir” mesajı veriyor. Sonrası mı? Sonrası türlü sınav, türlü vazgeçiş ve sabır. “Bu gün de bitseydi” dediğimiz anlar, yalnızlıklar, kalabalıkların ortasında kayboluşlar… Bazen insan kendine yabancı biri olup çıkar. Peki bu değişim, gerçekten kendisinin istediği bir dönüşüm müdür, yoksa toplumun ve çevrenin “olman gereken” yönlendirmesiyle şekillenmiş bir kalıba mı girmiştir? Bu sorunun cevabını da insan kendine dürüstçe verebilirse bulabilir. Yalnızlıklarımızda, kayıplarımızda, içimize attıklarımız da nice yenilgiler saklıdır.
Terazinin bir koluna tüm bu olumsuzlukları, diğer koluna da güzel anları, başarıları ve minik umutları koysak… Hangisi ağır basar? Belki de sorun bu sorunun cevabını net verememekte gizlidir. İyiyle kötünün ayrımı bazen öylesine silikleşir ki, insan kendi yolunu göremez hale gelir. İşte o zaman en çok da kendisine engel olur. Düşünsene… En son ne zaman kendine engel oldun? Bir yemek tercihi, bir yer seçimi, belki de hayatını etkileyecek çok daha büyük bir karar… Ve en son ne zaman kendi önünü açtın? Bir krizin içinden güçlenerek çıkabilmek?Yoksa sahnede rolünü unutan bir oyuncu gibi kalmak?
Bazen insan, kendine sessizce “hayır” der. İçinden gelen sesi duymazdan gelir; çünkü alışmıştır başkalarının sesine kulak vermeye. Oysa iç ses, bir pusuladır. Gözle görülmez ama yönü gösterir. Onu susturdukça yön de kaybolur. Kimi zaman, bir adım atmak yerine orada kalırız çünkü bilinmezlik korkutucudur. Ama unutulur ki, bilinenin içinde sıkışıp kalmak da yavaş yavaş tükenmektir. Kimi konfor alanları aslında görünmeyen kafeslerdir; içi sıcak ama dışarıya açılmaz. İnsan, kimi kararlarında özgür sandığı halde zincirlerini fark etmez. Ailesinin beklentisi, toplumun dayattığı rol, çevrenin “sen yapamazsın”ları… Tüm bu görünmeyen ama etkili iplerle bağlıdır bazı seçimlerine. “Kendi hayatım” dediği şey, aslında başkalarının senaryosunu oynadığı bir sahnedir.
“Hayat bir sahne dediler… Ama kimse perde arkasındaki karmaşayı anlatmadı.” Giydiğimiz kostüm bize ait değildir; bazen rolümüz ağır gelir. Ama oyun devam eder. İnsanın en büyük cesareti, sahnede kendi sözünü söylemesidir. Susarak değil, kendine rağmen haykırarak var olmaktır. Bir nehir misali. Önüne taşlar konmuş, engeller yığılmış… Yine de akar, bazen yavaşlar, bazen yön değiştirir ama yolundan vazgeçmez. İnsan da böyledir. Bazen kendi koyar o taşları yoluna, bazen başkaları… Ama nehir gibi içindeki yaşam akışını unutmazsa, bir yol mutlaka bulunur. Her zaman bir ihtimal daha vardır.
Yolu kapatan da biziz, yolu açacak olan da. Kimi zaman tek bir kelime yeter: “Başla.” Kimi zaman tek bir soru: “Bu gerçekten benim isteğim mi?” Ve bazen de sessizlik… Çünkü bazı cevaplar ancak içimiz sustuğunda yankılanır. Kendimize engel olmak kolay. Çünkü en çok kendimizi tanıyoruz, en çok kendimizi incitebiliyoruz. Ama unutmamalı: Kendini tanıyan insan, kendini iyileştirmeye de en yakındır. O en karanlık, çıkışsız dediğimiz an… Belki de en büyük yanılgımız, başkalarının bizi durdurduğunu sanmakken, aslında çoğu zaman kendi korkularımızın, geçmişte duyduğumuz küçümseyici bir sesin, bir zamanlar hissettiğimiz yetersizlik duygusunun, görünmeyen ama çoktan içimize yerleşmiş bir gölge gibi bizi geri çektiğini fark edemememizdir.
İnsanın içinde bir “yapamazsın” yankılanmaya başlamışsa, dış dünyanın sessizliği bile birer haykırış gibi gelir; çünkü biz zaten içimizde yenilmişizdir, daha hiçbir adım atılmadan, hiçbir cümle kurulmadan. Ne çok an, aslında başlayabilecekken ertelenmiş; ne çok fırsat, cesaretle değil kuşkuyla tartılmış; ve ne çok hayat, içten içe istenmediği halde “uygun olan” diye seçilmiştir. Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir beklenti, kimi zaman da çocuklukta duyulmuş ama yetişkinlikte hala kemikleşmiş bir cümle, yıllar geçse bile insanın kararlarını gölgelerken, insan en çok da “kendi olma” cesaretinden yavaş yavaş uzaklaşır. En acısı da, içimizde açamadığımız o yolun, bir gün bir başkasının cesaretiyle açıldığını gördüğümüzde, içimizde duyduğumuz burukluktur; çünkü bilmek, yapmakla eşit değildir, anlamak bazen değiştirmeye yetmez, fark etmek bile harekete geçirmeyecek kadar geç olabilir. Ama belki de insan, tüm bu kırılmaların, yalnız kalışların, sessiz kararların, ertelenmiş hayallerin ve içe dönük yenilgilerin içinde, bir gün aniden ve hiçbir dış etken olmadan, sadece içten gelen bir güçle kalkabilir yerinden; çünkü ruh, bazen en karanlık yerden yeniden doğmaya karar verir, tıpkı toprağın altında karanlıkta filizlenen bir tohum gibi.
Bir sabah güneş farklı doğar, sokaklar aynı olsa da yürüyüşümüz değişir, geçmişin ağırlığı aynı kalsa da artık onu taşıyış biçimimiz değişir; çünkü içimizde bir şey, “artık kendi yolumdayım” dercesine yönünü çevirir ve insan, en çok da bu yön değişimiyle başlar kendine. Ne kadar geç olmuş olursa olsun, insan, kendini yeniden seçebilir; en çok kendine adım atabilir, en önce kendi elini tutabilir ve kendi adına konuşabilir; çünkü insanın en büyük gücü, kendi kendisine verdiği ikinci –belki üçüncü, belki onuncu– şansı fark etmesidir. Hayat, tüm karmaşasına, tüm belirsizliğine rağmen, içten gelen bir kararın ardına düştüğümüzde bambaşka görünür; çünkü bu kez başkaları için değil, beklentiler için değil, geçmiş için değil, sadece “ben” olduğumuz için yola çıkılmıştır.
O yüzden insan, bir gün sessizce ama kararlılıkla, “bu kez kendime engel olmayacağım” dediğinde, aslında o andan itibaren hayat da ona yol vermeye başlar; çünkü en güçlü değişim, dışarıda değil, insanın kendi içindeki o küçük ama sarsıcı cümlede başlar. Mesele, tüm hayat boyunca hep “bir şeyler” olmaya çalışırken, aslında “kendimiz” olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı fark edemememizdir. En derin huzur, hiçbir role bürünmeden, hiçbir kalıba girmeden, sadece olduğumuz gibi kabul edebilmekte saklıdır. Çünkü insan, en büyük savaşını dışarıda değil; kendi içinde verir. En büyük barışı da ancak kendiyle yapar. Gecenin en karanlık anı, sabaha en yakın olandır. Ve insan, tam bitti sandığı yerden yine başlar kendine. Engel olmaya değil, yol gösteren olmaya..