Edebiyat, insan ruhunun hem en sessiz hem de en gürültülü halidir. Sessizdir; çünkü okurken yalnızızdır, kelimeler yalnız bize fısıldar. Gürültülüdür; çünkü her kelimenin içinde yüzyılların yankısı, milyonların hiç bitmeyen hikâyesi vardır.
Edebiyat, görünmez bir kuyunun içinden gelen su sesi gibi derindendir; ancak titreşimleri tüm yüzeyden hissedilebilir. Bir kelime, sadece kalemle kâğıdın buluşması değildir; O kelimede zamanın dokunduğu bütün duygular vardır.
Edebiyat, gerçek dünyanın kurallarından uzak, kendi kanunları olan bir yapıdır. Düz bir çizgi değil kendi etrafında dönen bir daire gibidir. Zamanı evirir çevirir, okuyucuya zamanda yolculuk yaptırır. Bazen bir romanda zamanı durdurabilir; tekbir karakterle insanlığın tüm korkularını, ihtiraslarını, sırlarını umutlarını anlatabilir. Bazen bir cümle ile okuyucuyu geçmişe götürür, bazen de bir paragrafla geleceğin hayalini kurdurabilir. Bir şiir gerçekte mümkün olmayanı mümkün kılar, ölüleri konuşturur, taşları yürütür, denizleri pembeye boyar, gökyüzünü yere indirir, doğmamış bir çocuğa seslenir, evrenin bütün suskunluğunu taşıyabilir.
Ama edebiyat, en çok bizi insan kılar. Başkasının acısını anlamak, sevinciyle gülmek, korkusuyla ürpermek, ancak kelimeler aracılığıyla mümkün olur. Edebiyat bize duygudaşlık kurmayı başkasının gözünden bakabilmeyi, başkasının ayakkabısı ile yola çıkmayı öğretir; bazen yolumuz dikenlerle doludur, bazen de kırmızı halılar serilidir. Kimi zaman da birine doğrudan söyleyemediğimiz sözleri kelimelerle hissettirmenin en etkili yoludur.
Bir kitabı açtığımızda yalnızca bir hikâye okumuş olmayız; başka bir hayatın içinde buluruz kendimizi ve başka bir bilince adım atarız. Bir roman sayfasında karşımıza çıkan her kahraman bizden parçalar taşır. Kimi zaman bir karakterin bakışlarında kendi bakışlarımızı, kimi zaman da bir cümlenin içinde yıllarca sakladığımız itirafı buluruz. Bir şiirdeki tek bir mısra kalbimizin yıllardır taşıdığı ama adını koyamadığı duyguyu dile getirebilir. Bir öykü, yıllardır hiç yaşamadığımız ama yaşaya bilirmişiz gibi hissettiğimiz bir hayatı sunar. Bazen de kendi yüreğimizin atışını başka birinin göğsünde duyar, bazen de hiç tanımadığımız bir acının gözyaşı olarak buluruz kendimizi.
Edebiyat, biz farkında olmadan bizi soyup çıplak bırakır. Bu çıplaklıkta utanç değil özgürlük vardır; özüne dönmek vardır. Belki de bu yüzden kelimelerle kurulan her bağ insanın kendine attığı bir köprü ve bu köprüden kendi iç dünyasına yaptığı en gizli yolculuktur. Belki de insanın kendiyle yaptığı en dürüst konuşmadır.
Edebiyat aynı zamanda insanın varoluş sancısının merhemi, ”Ben kimim? Ben niçin varım? ” gibi sorularının cevabını içinde saklayan bir sanattır.
Dünya bir gün susturulsa bile kitaplar sonsuza dek konuşacaktır. Yani edebiyat var oldukça insanlık çoğalarak hep var olacaktır.