Soğuktu. Kar yoktu ama onu aratmayacak bir ayaz vardı. Şikâyet ettiğimden değil -zamanla alışılıyordu- ama hava sıcakken daha bir çekilir oluyordu sokaklar. Hem daha fazla insan çıkıyordu dışarıya; bazen güneşin tadını çıkarmak için kuşlarla yarışan çocuklar, bazense şık pahalı kıyafetleriyle lüks restoranlara gitmek için önümden geçen koca yürekli kadınlar ve erkekler. Tabii bir de bir kuruş bile vermeden küfür edercesine bakışlar atıp giden insanlar vardı. İğrenen, umursamayan, suçlayan bakışlar… Yine de yaz güzel be. İstediğimiz banklarda uzanıp üzerimize örttüğümüz gökyüzü ile sıcacık bir uyku çekebiliyorduk hiç değilse. Bazen can yoldaşları bile bulabiliyorduk. Tabii sadece “Hav!” diyorlardı ama olsun, çoğu insandan inanın daha merhametlilerdi. Ekmeğimizi bölüşüp karnımızı doyurabiliyorduk, bazen ben ekmeğimi ortaya sunardım bazen de onlar. Ama insan ile ekmek bölüşülür mü? Bölüşülürse kavga çıkardı; en büyük kısmını ben alacağım diye dalarlardı birbirlerine. Yine de güzeldir bizim gibiler için yaz mevsimi. En azından havanın sıcaklığından olsa gerek insanlar daha bir güler yüzlü olurlardı. Bize bile, inanamazsınız, bize bile tebessümle gülümserlerdi. Bu yüz liradan daha değerliydi bizim için. Tamam, abartmayayım, ama en az elli liradan daha değerli olduğuna yemin edebilirim.
Kışın ise herkes sıcacık evlerine çekilirdi. Bir iki insan yüzü görseniz şükrederdiniz. Gördüklerimiz de bir mutsuz bir mutsuz anlatamam; sanırsın ki dilenci olan o. Kimi yüzüme bakmıyor, kimi yüz çeviriyor, kimisi çantasından bir şeyler arıyormuş gibi beni görmezden geliyor. Neden bu kadar öfkeliler onu da bilmem. Ama olsun. Dedim ya şikâyet ettiğim yok. Bu kış zamanı benim de başımı soktuğum sıcacık bir yuvam var şükür. İki de minik yavrum var; biri Maviş, diğeri Fındık. Geçenlerde parkta bulmuştum ikisini de. Anneleri olacak o zalim tekir bırakmıştı onları yapayalnız. Hava vücudu delen keskin bir bıçak gibiydi. Nefes aldığın an burun kıllarının bile donduğu bu mevsimde nasıl bırakabilirdim onları orada. İkisi de sevdiler tabii beni. Babaları bildiler, sözümden çıkmaz oldular. Söz verdim, bugün kazanacağım parayla onlara süt alacaktım. Ne sevinirler kim bilir.
Küçük bir tuhafiyeci dükkânının önünde açmıştım tezgâhımı; yere serdiğim çim yeşili, kenarları sökülmeye başlamış eski bir bez örtünün üstüne. Hemen yanı başımda, bir zamanlar içinde dondurma saklanan ama şimdi sancıma ortak olan plastik bir kasa duruyordu. Ve tabi konuşamadığım için büyük harflerle “Açım.” yazan kenarları yıpranmış karton kapağı. Kaç saattir burada olduğumu bilmiyordum, ama güneş tam tepedeyken gelmiştim bu küçük köşeme; şimdi ise gökyüzü içimi yansıtan bir hüzünle ağır ağır kararıyordu. Karardıkça, soğuk daha bir can yakar hâle geliyordu. Avuçlarımı ağzıma yaklaştırıp sıcak nefesimi üfledim; ama soğuk inatla ciğerlerime sızmaya devam ediyordu. Bu işe yaramaz çabam, önümde duran küçük bir çocukla son bulmuştu. Ayaz, burnunu kıpkırmızı yapmış; dudakları çatlamıştı. Gülümsediğinde çatlaklardaki minik yarıklar belirginleşmişti. Hiçbir şey söylemeden dikişleri üzerinden atmış, omzundan kol ağzına kadar rüzgârla aşınmış ceketinin iç cebinden bir çift eldiven çıkardı ve tekini bana uzattı. Donmuş kirpiklerimi şaşkınca kırpıştırdım. Belli ki o da en az benim kadar üşüyordu, o halde neden verdi ki on lira değerindeki eldivenleri? Ama ne yalan söyleyeyim hiç itiraz etmedim, aldım uzattığı eldiveni ve sağ elime geçirdim. Sağ elim biraz ısındıktan sonra sol elime geçirirdim, kaç dakika bekletsem acaba? Sol elim hemen istiyordu eldiveni, ama sırasını beklemesi gerekiyordu. Eldivenle meşgul olan kafamı tekrar yukarı kaldırdığımda küçük çocuğu göremedim, keşke minnet dolu gülümsememi almadan gitmeseydi.
Hava tamamen alaca karanlığa gömülmüştü. Tek bir insan bile kalmamıştı. Sokak bir kaldırım taşı kadar sessizleşmişti, öyle ki rüzgârın uğultu sesini derinden duyabilirdiniz. Kasam bugün de boştu. Önemli değil, yarın alırdım artık sütü. Oturmaktan heykel gibi katılaşmış bacaklarımın düğümünü zor bela açıp ayağa dikildim. İlk birkaç adım sancılı olur; bacakların yürümeye alışması vakit alır. Yavaş ve temkinli adımlarla yuvama doğru ilerledim. Neyse ki çok uzakta değildi. Adımlarımı sürüyerek, kasılmış bacaklarımın itirazına rağmen çitlerle çevrili parka ulaşana kadar yürüdüm. Çitlerin altında benim gibi kısa ve sıska bir adamın girebileceği kadar küçük bir girinti vardı. Aç kalmanın avantajı. Belimi büküp toprağa iyice yaklaştım; neredeyse sürünerek paslı çitin altındaki dar boşluktan geçerek diğer tarafa sızdım. Karşıya geçer geçmez, soğuk da olsa ciğerlerime temiz havayı çekerek doğruldum. Sonunda yuvamdaydım. Neredeyse boyum kadar olan kartondan yaptığım evime huzurla gülümsedim. İnsanın evi gibisi yoktu.