• Destek
  • Üye Ol
  • Yazar Girişi
  • Abone Ol
0 553 423 00 17 kibelekulturs@gmail.com
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
No Result
View All Result
Home Öykü

Derman Olmayan Bir Hatırlayışın Yazılışı

mehmetaluc by mehmetaluc
14 Temmuz 2025
in Öykü
0
0
SHARES
4
VIEWS
Share on FacebookShare on Twitter

 

   İlk başta, sessizdi her şey. Kar, gövdesiz bir düş gibi usulca örtmüştü yolları. Her bir kristal, özenle işlenmiş dantelleri andırıyordu; sanki unutulmuş bir sevdanın örtüsünü sermişti doğa. Aşk henüz sözcüklere dökülmemişti ama varlığı hissediliyordu; tenin üzerine çöken soğuk gibi, derinden ve usulca… Sonra çağrı geldi—ruhun, soğuğa bir el etti. Sanki yalnızlık yetmemişti, aşkın sessizliğine hükmeden bir fırtına da gerekiyordu. Dağlara, bayırlara hükmünü ilan etsin istendi; aşk sadece bir sükûnet değil, aynı zamanda bir hâkimiyet, bir hükümranlıktı. Ve soğuk nazlanmadı. Ayağının dibine konduğunda bir tebessüm belirdi ufukta; pişkin, bilmiş, bir şeyi ima eden o tebessüm. Ama ne var ki aşk usul usul donan bir sabır değildir yalnızca. Bir noktadan sonra öfke de barındırır içinde. Fırtına koptu. Kar, bir bir döküldü dallardan; sokaklar, kaybolmuş duaların yankısına dönüştü. Aşkın geçmişi; hüzünle karışmış sevinç, kıyametin eşiğinde yankılanan hatıralar gibi savurdu kendini.

 

   Ne bir dokunuşun sıcaklığı, ne bir sözün şifası kalmıştı. Aşk, artık bir tufan gibi esiyordu. Eskinin zarafeti, bugünün felaketinde eriyip gidiyordu. Ama belki de aşk, tam da burada doğuyordu yeniden—yıkımın eşiğinde, karların altında gizlenmiş bir tomurcuk gibi. Dağ evi, rüzgârın diz çöktüğü bir mekândı. Pencerelerinde buğu değil, zamanın yorgun soluğu birikmişti. İçerisi dışarının zıddıydı; karın altında sessiz kalan ne varsa burada fısıltıya dönüşüyordu. Duvardaki çatlaklar, zamanın nabzını tutuyordu sanki. Her biri, hatıraların yerleşip kök saldığı birer sığınaktı. Bir mektup vardı, eski bir çekmecede. Mürekkebi solmuş ama anlamı hâlâ diriydi. “Ben sende kendimi unutuyorum,” diyordu; “o yüzden hep hatırındayım.” Aşkın ne anlama geldiğini çözmeye çalışan bir iç sızıydı bu satırlar, zamana meydan okuyan bir çırpınış. Mektubun kenarında, soğuğun yaktığı bir parmak izi duruyordu. Sevdanın izini taşımak, onunla yanmak demekti bazen. Ve o dağ evinde, kar altında bekleyen her şey biraz yanık, biraz eksik ama bir o kadar da sadıktı.

 

   Aşk, bir fırtına olarak gelmişti; ama geriye kalan bu: sessizce duran bir sandalye, yarı açık bir çekmece ve kimin gönderdiği bilinmeyen bir mektubun göğsünde atan bir kalp. Yemin ilk kez edildiğinde, kelimeler sağlamdı. Sanki taşlara oyulmuş, rüzgâra karşı dikilmişti. “Asla unutmayacağım,” demek kolaydı o vakit—çünkü hâlâ hatırlamanın nasıl yaktığını bilmiyordu. Aşkın ilk günlerinde verilen söz, geleceği tutabileceğini sanan bir avuç inançla yazılmıştı. Zaman henüz dokunmamıştı ona, henüz sınamamıştı. Ama sonra saatler su gibi aktı; mevsimler geldi ve gitti. Her geçen gün, yemin biraz daha inceldi. Başlangıçta hissedilmeyen küçük çatlaklar oluştu: bir ihmal, bir suskunluk, bir yanlış anlaşılma. Kelimeler hâlâ oradaydı ama artık yankıları değişmişti. “Seni hep seveceğim,” cümlesi bir zamanlar güneş gibi doğarken, artık alacakaranlıkta fısıldanıyor, anlamını korusa da ışıltısını kaybediyordu.

 

   Bir gün, yemin çözülmeye başladı. Kimse fark etmedi önce. Ama eski mektupların mürekkebi soldu, fotoğrafların kenarları kıvrıldı. Sessizlik daha uzun sürdü, göz göze gelmek daha zor oldu. Yemin hâlâ oradaydı—ama artık bir hatıradan ibaretti. Zaman onu yıkmadı belki ama eksiltti. Geriye sadece niyeti kaldı; sözlerin ardında gizlenen arzunun kırılganlığı. Ve belki aşk budur: tamamlanmayan bir söz, çözülmeye başlayan bir yemin. Sadakat değil belki ama hatırlama. Eksilmeyen değil ama eksildikçe anlamlanan bir bağ. Çünkü bazı sözler ne unutulur, ne tutulur—sadece zamanla çözülür ve çözüldükçe derinleşir.

 

   Aşkın gölgesinde diz çöken bir beden gibi hissediyordu kendini artık. Sözler bitmişti; ne bağıran bir fırtına ne de fısıldayan bir yemin kalmıştı. Yalnızca yıkılmanın verdiği yorgunluk… Öyle bir yorgunluk ki, ne uykuya sığınılabiliyor ne uyanıklığa tahammül kalıyor. Karlar çoktan çözülmüş, danteller sökülmüş, rüzgâr gitmişti. Ve onun ardından gelen şey suskunluk değildi—bir tür ağırlaşma, bir boşluk değil ama dolulukla ezilen bir hâl. Bir dağ evinin kapısını aralayan o eski ”sevgilim sen mi geldin” ses bile yok artık. Mektuplar açılmıyor, çekmeceler sessiz. Yeminlerin çözülüşünden geriye kalan şey bir kalbin artık ne için attığını bile sorguladığı zamanlar. Her adım, geçmişin ağırlığını yere indiriyor ama bir türlü kurtulamıyor ondan. Çünkü bazı acılar gitmez, sadece vücuda yerleşir. Aşkın vefası değil belki, ama enkazında kalan anlamı hâlâ bir şeyleri yaşatır.

 

   Bir bardak çayın buharında bile görülen yüz, aynalarda çarpılan gölgeler, rüzgârla sallanan perdelerde anılarına tutunan bir zaman. Yıkım büyüktü, evet; ama insan bazen en çok yıkıldığında kendi sesiyle tanışır. Yorgunluk, bu tanışmanın ağır ama dürüst hâlidir. Artık hatırlamak iyileştirmiyor. Eskiden bir yüz, bir ses, bir koku yeterdi kalbi avucuna alıp avutmaya. Şimdi aynı imgeler geldiğinde, yalnızca derin bir yorgunluk bırakıyor. Zihnin içinde dönüp duran o eski günler, ne sükûnet getiriyor ne açıklık. Sadece daha büyük bir belirsizlik; yalnızca derman olmayan bir yankı vardı…

 

   O ses… Bir mektuptan mı, bir sokak köşesinden mi, yoksa hiç yaşanmamış bir hayalden mi geliyor belli değil. Ama orada. Daima orada. Kapanmayan bir parantez gibi… Her adımda, her cümlede varlığını belli eden bir eksiklik. Ve eksiklik büyüdükçe yankılanıyor. Artık sevdanın sesi değil bu; sevdaya dair bir hatıranın kimsesizliği. Kimse görmüyor ama içerde bir şey hâlâ konuşuyor. Bir fısıltı gibi, rüzgârla gelen ama asla rüzgâra karışmayan. Dönüp dolaşıp aynı cümleleri tekrar eden: “Ben buradayım.” Derman istemiyor bu ses—yalnızca anlaşılmak, duyulmak istiyor. Ve belki işte bu yüzden daha çok yoruyor insanı. Çünkü ne anlatılabiliyor ne susturulabiliyor. Aşk geçmişte kalmış; hâlâ sürüyor ama bir yankı olarak. Hiçbir şeye çare olmayan, ama her şeyin içinde hissedilen bir varlık gibi. Belki en büyük sadakat budur: derman olmadan bile hatırlamak, unutmaya direnmek.

 

   Yıllardır başka seslerin içinde yaşadı. Önce sevdiklerinin cümleleri yerleşti içine, sonra unutmak istemediklerinin. Zamanla kendi sesi silikleşti; neye “ben” dediği karıştı. Her hatırlayış başkalarının kelimesiydi—ona ait olmayan bir ağırlık. Ama bir gün sessizlik değişti. Artık yankılanan şey başkalarının sesi değil, onun içindeki eksiklikti. Sesini kaybetmiş bir beden gibi dolandı duvarlar arasında, dağ evinin boş odalarında. Her yankı, kendisine ait olmayan bir parça olarak geri döndü. Ve o an anladı—kaybolan kendi sesiymiş, değil hatıralar. O yüzden konuşmaya değil, duymaya çalıştı. Rüzgârın sesinde bir çağrı aradı, karın üzerinde yürürken çıkardığı seste bir cevap. Belki sesi kelimelerde değil de titreşimlerdeydi; belki ses dediğimiz şey, hatırlanmak değil, hissedilmekti.

 

   Bir sabah, aynaya bakarken kendi sesini fısıldadı: kırık, çekingen, ama gerçek. “Ben buradayım,” dedi kendine. Kimsenin duymadığı ama onun nihayet işittiği bir ses. Derman olmayan hatırlayışın içinden doğan bir direnç gibi… Artık konuşmuyordu; varlığını taşıyordu, sessizce ama kararlı. Çünkü bazen en güçlü ses, söylenmeyen; sadece hissedilen olur. Ve kendi sesini bulmak, başkalarının sessizliğinden sıyrılıp kendi yankını tanımaktır. Göl kıyısı bomboştu. Ne bir sandal, ne bir ayak izi… Yalnızca rüzgârın taşlara bıraktığı ince uğultu vardı. Ama bu sessizlik, doğanın değil, bir yüreğin susmuşluğuydu. Terk edilmişti—konuşulmadan, açıklanmadan, anlaşılmadan bırakılmıştı oraya. Ve zamanla göl, bu sessizliği içine çekti; kendine ait kıldı.

 

   Feryat bir çığlık değildi. Suyun yüzeyinde belirip kaybolan bir titremeydi. Belki bir zamanlar “kal” denmişti içten içe ama kelime göğü görmeden dibe batmıştı. Şimdi o kelime, gölün sessizliğinde yankılanıyor. Duyulmadıkça büyüyen, anlaşılmadıkça azalmayan bir hüzün olmuştu. Sessizlik, bir terk edişin yankısı oldu. Göl kıyısındaki taş, üzerine bırakılan ağırlığı hatırlıyor. Rüzgâr, uğrayan ama kalmayan bir bakışın izini taşıyor. Ve su, kendine fısıldanan her kelimeyi bir sır gibi saklıyor. Bu feryat, yalnızca bırakılanın değil, bırakmanın da sesiydi. Her ayrılıkta iki taraf sessiz kalır—biri gidecek cümleyi bulamaz, diğeri kalacak gerekçeyi.

 

   Şimdi göl, bu sessizlikle dolu doluydu. Feryat hâlâ sürüyor—göğe çıkmadan, kulak bulmadan, yalnızca var olarak. Duyulmamak bazen ölmek değildir; sadece daha derin yaşamak demektir. Ve belki en çok acıtan şey budur: susarak hayatta kalmak. Gözyaşı aktı. Ne bir çığlığın ardından ne de bir kavuşmanın eşiğinde. Sadece sevdiği için… Sevmek bazen bir dokunuşla mükâfat verir, bazen de bir damlayla cezalandırır. O damla, gözün kenarında doğarken içine bir ömür sığdırdı—karların üstüne düşmeden önceki o son titreşimde bile bir kalbin bütün yükü vardı. Sevmenin bedeli ağırdı. Çünkü gerçekten seven, kaybetmeyi de kabul etmiş olur. O gözyaşı, yalnızca bir eksiklikten değil; sahip olduğunun kıymetinden de doğar. Akarken, geçmişe değil; sevginin derinliğine ağıt yakar. Her damlası “Keşke” demedi; “İşte buydu,” dedi—o hâliyle bile anlamlıydı. Ve belki de en kıymetlisi buydu: Sessizce akan bir gözyaşı, sevdanın en gerçek tanığı olur. Sözcüklerin sustuğu yerde hâlâ konuşabilen, dokunmadan duyurabilen bir varlık. O yüzden sevmek, hep bir bedel taşır. Ama gözyaşıyla ödenen bedel, acıdan ibaret değildir; o aynı zamanda sadakatin, arzunun ve hatıranın en saf hâlidir. Aşk bazen tufan olur, bazen sessizlik… Ama en çok bir damlada saklıdır. Ve o damla, sevmenin bedelini taşıyarak akar—sessizce ama unutulmaz bir şekilde, vesselam.

Mehmet Aluç

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Tags: dokunuşfırtınaoykusessizlikşifa
Previous Post

Arif Olan Anlar

Next Post

mehmetaluc

mehmetaluc

Hayat, her anı bir hikâye olan uzun bir yolculuk… Ben Mehmet Aluç, 1962 Malatya doğumlu, Ankara’da ikamet eden bir edebiyat tutkunu olarak, kelimelerle bu yolculuğu kayda geçirmekten büyük bir keyif alıyorum. Kalemim, geçmişin tatlı anılarıyla beslenirken, geleceğe umutla bakan satırları da şekillendiriyor. Malatya’nın sıcak sokaklarında çocukluk günlerimi yaşarken, Ankara’da edindiğim tecrübeler iç dünyamı daha da genişletti. Zamanla, kelimelerin sadece bir anlatım aracı değil, aynı zamanda ruhun derinliklerine açılan kapılar olduğunu fark ettim. Şiirlerimde, insanın içsel yolculuğunu ele alıyor; öykülerimde hayatın sıradan ama anlam dolu anlarını yakalamaya çalışıyorum. Denemelerimde, hayata dair sorgulamalar yaparak okuyucuların zihninde yeni ufuklar açmayı hedefliyorum. Edebiyat benim için yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda kendimi, dünyayı ve insanı anlama çabası. Ve bu yolculuk devam ediyor… Her kelime yeni bir pencere açıyor, her satır geçmişle geleceği buluşturan bir köprü oluyor.

Next Post

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

No Result
View All Result

Hakkımızda

Kibele Kültür Sanat Logo

Kibele Kültür Sanat

Merhaba sevgili okur.

Mitolojide Tanrıların anası olarak bilinen Tanrıça Kibele’nin anaç, üretken, hayatın devamını sağlayan özelliklerinin uğruna inandık. Ve onun adını kullanıp Kibele Sanat olarak edebiyatta biz de varız dedik. Edindiğimiz misyonla amacımız; bizden önceki kalem ustalarımızın bayrağını, gelecek kuşaklara ulaştırmak. Çünkü edebiyat dünya tarihini içinde barındıran devasa bir ansiklopedidir… Devamını Oku

Arşivler

  • Temmuz 2025
  • Haziran 2025
  • Mayıs 2025
  • Nisan 2025
  • Mart 2025
  • Şubat 2025
  • Ocak 2025
  • Aralık 2024
  • Kasım 2024
  • Ekim 2024
  • Eylül 2024
  • Ağustos 2024
  • Temmuz 2024
  • Haziran 2024
  • Mayıs 2024
  • Nisan 2024
  • Mart 2024
  • Şubat 2024
  • Aralık 2023
  • Eylül 2023
  • Ağustos 2023
  • Temmuz 2023

Kibele Kültür Sanat Logo

Kategoriler

  • Anlatı
  • Araştırma
  • Deneme
  • Genel
  • Hakkımızda
  • İnceleme
  • Kitap İncelemeleri
  • Masal
  • Öykü
  • Roman
  • Şiir
  • Sinema
  • Sizden Gelenler
  • Söyleşi
  • Tiyatro
  • Yeni Çıkanlar

Son Yazılar

  • ANTENLİ RADYO
  • 15 Mayıs Destanı
  • Ne Kokusu Gitmiş Ne De Ait Oluş Hissi Kaybolmamış-1-
  • (başlıksız)
  • Derman Olmayan Bir Hatırlayışın Yazılışı

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.

KİBELE Abone
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.