Eşinin donuk, kırmızı gözlerine baktı. Kaybetmekten yorulmuş, iki büklüm halinin en iyi tanımıydı bu yorgun gözler. Bakışları fısıltıyla “Başka çare yok” diyen, dudaklarına kaydı. Onlarda da bir kuruluk, ince bir hat gibi kapanıp kalmışlık hakimdi. Konuşamamaktan işlevini yitirmiş iki beden olarak karşılıklı, hiçlikten bir parça olarak duruyorlardı.
Bir tek doymak bilmeyen mideleri varlığını, onların da hala var olduğunu hatırlatıcı olarak gurulduyor, ağrıyor ve en sonunda eşine bunu söyletiyordu: “Başka çare yok”
“Büyük Göz her şeyi görür”
“Onun deccal olduğunu söylüyorlar”
“Kim söylüyor?”
“Onlar işte”
“Onlar?”
“…”
Ense kökündeki çipi işte bu kadarcık bir yazışmadan sonra söküp almışlar; ve yerine sakıncalı olduğunun işareti olan damgayı alının ortasına yapıştırmışlardı. Tam tamına iki yıl üç ay 18 gün önce olmuştu bu. Şimdi Büyük Göz’ün gözünde o yoktu. Ve tüm toplum tarafından da görünmüyordu.
İlk başlarda eğlenceli gelmişti. Kimse tarafından önemsenmemek, görülmemek, yok sayılmak; yıllarca görünür ve gözetlenir olmaktan sonra tatil gibiydi. Canının istediği otele giriyor,canının istediği yerden yiyip içiyor ve istediği her şeyi yapabiliyordu. Hiç kimse ne ona dur diyor, ne de hesap soruyordu. Onu takip eden bir dron-polis yüzünden aşırıya kaçamıyordu ama, yine de eğlenceliydi. Gözlerini ondan kaçıran insanların tam karşılarına geçip, gözlerinin taa içine bakmak için inatlaşmak, suratlarına kaba tabirlerle bağırmak, gaz çıkarmak, popolarına tekme atmak ilk üç ay onu oyalamıştı. Ama zamanla insanların tepkisizlikleri canını sıkmaya başladı. Bir güler yüz, bir tatlı tebessümün açlığı, sunulan serbestliğin en büyük cezasıydı.
“Bir ordu kuruluyormuş”
“Şehir sınırlarının ardında, tüm Görünmezleri toplayan biri…”
İlk dayağını yediğinden bir kaç hafta sonraydı. Kendisi gibi damgalılara keyfince davrana bileceğine inanan bir oğlan sürüsü tarafından yıldırım gibi çarpılmıştı. Takip dronu onları kovalayana kadar olan olmuştu. İşini bilen, belli ki bundan zevk alan, bir grup ayrıcalıklı çakaldılar. Kör noktaları ve yüzlerini saklamayı iyi biliyorlardı. Bu olaydan sonra şehir artık iyice sıkıcı ve güvenilmez bir yere dönüşmüştü.
Onu görmeyenleri o da artık görmek istemediğinden, şehir sınırına yakın bir harbeye sığındı. İlk mesajı da o harabenin duvarında bulmuştu. Sırf merakından ve yapacak daha iyi bir işi de olmadığından peşine düştü. Ağaçların gölgelerine, çöplerin arasına sıkıştırılmış şifrelerdi bunlar. Yasa gereği hiçbir Görünmez bir başka Görünmez ile yan yana gelemezdi. Buna sadık köpekleri olan dronlar asla izin vermiyordu. Ama bu şifreler, onları aynı adrese aynı tarihte buluşmak üzere çağırıyordu. Gidecek miydi? Neden olmasın? Cezasının dolmasına daha üç yıl 28 gün vardı.
Büyük Göz her şeyi görür. Ya tüm bunlar onun bir oyunu ise? Ya bir sınavsa? Sen sadık biri misin? Düzene karşı gelir misin?
Eşi düzen karşıtı olanların kendileri de aynı suçtan dolayı cezalandırılırdı. Bu yazılı olmayan bir kuraldı. Bir Görünmez’in ailesini de kimse görmez. Sık dişini. Üç yıl 28 gün sonra yeniden onlardan biri olacaksın. Kapını kilitlemeden huzurlu uykuların orda, dolu bir buzdolabı ve sıcak yatağında eşin hepsi orda seni bekliyor…
Derken bir sabah eşi ve iki B.G. askeri onu buldular. “Bizden misiniz?” yıllar sonra bir insandan aldığı bu soru bile içini ısıtmıştı. Eşinin “başka çare yok” diyen, başka bir şey söylemeyi unutmuş dudakları eşliğinde iki asker. Yine de içi ısınmıştı. İnsan olmak, insanla mümkün. Onun tek düşüne bildiği buydu, yeniden insan olmak.
Guruldayan midesinin üzerinde tuttuğu yaralı eline baktı, titriyordu. Kir içinde öylesine bir bezle sarılmıştı. Oysa Büyük Gözün cennetinde her şey ne kadar da temiz ve pak idi. Hatırlıyordu. Yatmadan önce toparlanmış bir ev gibiydi koca şehir. Bulaşıklar makinada, kirliler sepette, buzdolabı hep dolu, minderler üzerine siz rahatça uzanın diye hep kabarık olurdu. Sokaklarda bir tek çöp, asık suratlı bir komşu, kırmızı ışığı geçen bir araba göremezsiniz. Çünkü bunu sizden önce B.G. görür ve icabına bakar.
Aynı resmi mesafeli ses :
“Bizden misiniz ?”
Soruyu duyuyor ama cevap vermek istemiyor. Aklında o rahat yataklarda uzanmak var, taa gözlerinin içine bakan gülümseyen insanlarla birlikte neşe içinde olmak var. Tüm bunlara sahip olması için üç yıl yirmi sekiz gün beklemesine gerek yok, bu katır suratlı adama “evet sizdenim” demesi yeterli. Sonrası basit bir muhbirlik işi. Kimsenin canı yanmayacak. Sadece bilmek istiyorlar, şu asi kim? Amacı ne? Oraya vardığı anda gizli yeri belli etmesi yetecekmiş.
“Beni kabul edeceklerini nerden biliyorsunuz?”
Gülümsemeden çok kibirli bir mimikle cevap verdi, karşısında eşinin yanında oturan asker. Diğeri elleri önünde kenetli, duygusuz bir robot olarak onları izliyordu.
“Suçlu bulunduğunuz konu, onların düşünce suçu dediği türden ve asiler sizin gibi sistemi yıkmaya hevesli kirli düşünceler yayanları çok çabuk topluluğuna katıyor”
Bir an kendisini savunmak istedi. Ama bunun için ne yeterli nefesi vardı, ne de karşısındakinin ikna olmaya niyeti. B.G. görevlisinin yüzüne baktı, iyi bakımdan parlayan cildinin üstünde iyi ütülenmiş üniforması, ve onun içinde dip diri duran vücuduyla ne kadar da mağrurdu. Tüm bunları kaybetmesi için küçük bir yanlış yeterdi; sokakta birini nedensizce itmesi, işe bir hafta boyunca geç kalması, ya da yere çöp atması bile yeterdi…Refah için ödenen küçük bir bedel. Öyle öğretilmişti onlara. Bir eşine bir de görevliye baktı, kendisine sunulan iki kaderdiler.
Suskunluğu uzun sürünce, eşi lafa girdi :
“Sadece isimler için…”
Onun bu hevesli çıkışı, görevlinin sert bir bakışıyla kesilince bedenindeki tüm ağrılar birden geçti. Hani büyük göz her şeyi görürdü. Ceza olsun diye çıkarılan çipler, şimdi onların belası olmuştu anlaşılan. Oraya vardığı anda neler olacağını tahmin edebiliyordu. Refah için ödenecek bir bedel.
Kırık pencere camının ardından gidişlerini izlerken, gözü yaşlı eşinin son bir kez dönüp ona bakmasını bekledi. Ama nafile. Özgürlük için ödenen bir bedeldi.