Uzun boyu, yapılı bedeni, buğday teni, kırçıl saçları, uzun kirpikleri, dolgun bıyıkları, çipil mavi gözleriyle benim en sevdiğim amcalarımdan biriydi. Daha doğrusu rahmetlik babamla amca çocuklarıydılar; yine de benim amcam oluyordu işte. Çınlayan karanlık inşaat duvarları içinde çalışırken çingir çingir söylediği Neşet Ertaş türküleri hâlâ kulaklarımda. “Dane Dane Benleri Var”, “Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Zor İmiş Meğer”, “Neredesin Sen”, “Yazımı Kışa Çevirdin Leylam”, “Mühür Gözlüm”. Hepsini de söylerdi, hepsinden de söylerdi kendini çalışmaya kaptırmışken zaman zaman. Ne de güzel ve dokunaklı sesi vardı. İnsan güzeli, adam iyisi bir ustaydı amcam. Babamın iş ortağı olması onu sıklıkla görmemi, zaman zaman da inşaatlarda birlikte çalışmayı mümkün kılıyordu. Bana hiç kızdığını hatırlamıyorum; bilindik usta çırak ilişkisini hiç yaşamadım onunla. Bükreş Sokak’taki inşaatta çalışırken merdivenlerden kopan şangır şungur sesleri üzerine bir çırpıda yanıma koşup gelmişti. Lavaboyu düşürüp kıranın ben olmadığımı gördüğünde yüzünde ferahlık ve rıza anlamı taşıyan anlık bir gülümsemeyle bana bakmış, “korktuydum seni kırdı diye, ohh” demişti. Sevecen, neşeli, nükteli ve merhametli bir koca adamdı benim amcam.
Köye tutkundu; tüm çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği köyüne her fırsatta gitmeye ve orada kalabildiği kadar yaşamaya can atardı. Hastalığının ilk zamanlarında duyduğu her şey hakkında, konuşmaya yeni başlayan ve keşfettiği her şeyi merakla sorgulayan bir çocuk saflığı ve sevecenliğiyle “bizim köyde yetişir mi?” diye sorması gülümsemelere neden oluyordu ilk duyanlarda. Hastalık ilerledikçe sorular da, konuşmalar da, kelimeler de karanlık bir sessizliğe ve suskunluğa gömülmeye başladı. Yakınlarını, hatta yarım asırlık eşini bile tanımaması acı bir kekreliğe neden oluyordu bizlerde. “Beni de mi tanımadın yanımda yatıp duruyorsun işte, ben senin karınım karın” dedikçe yengem, “Beraber yatıyoruz diye nereden benim karım oluyorsun?” sorusuyla cevap vermişti bir keresinde de. Ne var ki onunla konuşup zihin katmanlarını canlandırma gayretleri, her seferinde çıkışı bulunamayan ve çaresiz duvara toslanan ümitsizliklerle sonuçlanıyordu. Hastalığın orta aşamasında her şeyi iyiden iyiye unutmaya başladı; ama bir namazı hiç unutmadı, bir de parayı. Tabii bir de kendisini burnunda her zaman buram buram tüten sevgili köyüne götüren arabasını. Tehlike riskinin büyümesiyle önce aküsü söküldü arabanın ondan habersizce, sonra da satıldı. Buna içerleyip ağlamış mıydı bilmiyorum.
Batıkent’ten Kızılay’a, öğle namazını kılmaya Kocatepe Camii’ne nasıl gelmişti bilemedim. Daha ezan okunmamıştı. Onu görünce camide, kalkıp yanına gidip oturdum. İlk sünneti yanında kıldım ama beni fark etmedi. Eline dokundum, bakmadı bile bana. Bütün namazı yan yana kıldık; beni yine fark etmedi. Namaz çıkışında yanında yürüdüm bir yabancı gibi. Ayakkabılarını yüzlerce rafın bulunduğu koca ayakkabılıktan nasıl bulup hızla giydiğini yine anlamadım. “Amca,” dedim koluna hafifçe dokunarak “beraber gidelim mi?” Soruma homurtulu ve kızgın ses yarımlarıyla cevap verdi; kolunu sertçe çekti benden. Hızla yürüdü mermer avludan Mithatpaşa çıkışına doğru. Bense arkasından baka kaldım ümitsiz ve çaresiz. Oysa çok istemiştim onu bir yemeğe götürmeyi ve onunla biraz vakit geçirmeyi.
Zahmetli ve üzüntü dolu on yılın ardından konuşmayı tamamen unuttu amcam. Sadece etrafa o çipil mavi gözleriyle anlamsız ve boş bakışlar attı durdu. Köydeki bahçesinden kesilen yaşlı meşe ağacına öyle acımış ve içlenmişti ki, günlerce çipil gözlerinden sessiz ve içli yaşlar aktı durdu sicim sicim.
Yemek yemeyi ve su içmeyi unuttu her şeyle beraber. Sonunda da ağzına konan lokmayı çiğnemesi ve yutması gerektiğini unuttu. Nefesi kesildi sıklıkla, acillere zor yetiştirildi. Yediğini yutması gerektiğini unutmak ne acı şeydi. Aylarca sadece serumla beslendi. Yürümeyi, ayakta durmayı unuttu ve sürekli yatmaktan iyileşmeyen yaralar patladı kalçalarından, kasıklarından, baldırlarından. Bakımını hep vefalı yengem yaptı yüksünmeden. Derisini kaldırarak derin yaraların dibine kadar uzanan sünger ve bezlerle girip temizledi o kötü kokulu kronik yatak yaralarını. İçi iltihaplı yaraların üstü kabuklandığında ise sanki yılların hemşiresiymiş gibi makasla ustalıkla yarayı açıp akıntı ve birikintileri temizledi her seferinde, bazen günde iki üç kez tekrarladığı oldu o sevimsiz pansumanları.
Nihayet soğuk mu soğuk ve kar taneleri savuran bir kasım günü o çok sevdiği köyünün sarı tepesine uğurladık göz yaşları içinde. Acın, kederin işte bitti artık amca. Çektiklerin yaşadıklarına kefaret olsun, üzerindeki karlar rahmet taneciklerine dönüşsün hep üstünde.
Mustafa Ünver