“İyi ki bu masaya oturdum. Kapı karşımda, pencereden de dışarıyı görebiliyorum. Geldiğinde aranıp durmasın. Görür görmez koşarım yanına. Allah’tan kalabalık değil. Hafta sonu olsa kesin dolup taşıyordur bu mekân.”
Yanı başında duran garsonu “Bir isteğiniz var mı efendim?” diyene kadar fark etmemişti. Heyecandan kuruyan boğazı için bir bardak su istedi yalnızca. Belli mi olur belki de beraber uzun sohbetler eşliğinde yemek bile yerlerdi. O gelmeden sipariş vermek doğru olmazdı.Gözleri cam pencere ve kapı arasında mekik dokuyordu. Git gide soğuyan ellerini birbirine geçirip ortasına doğru hohladı. Cep parfümünü çıkarıp bir iki fıslattıktan sonra tekrar yerine koydu. Saçlarını da birkaç defa elleriyle geriye doğru iteleyip düzetti mi tamamdı. Hazırdı.
Acaba beni tanır mı? Tanır tabi neden tanımasın. Çok heyecanlıyım, biliyorum o da heyecanlı. Öyle olmalıdır. Öyledir. Acaba hayallerindeki gibi miyim? O benim hayallerimdeki gibi mi? İnşallah sohbetimden sıkılmaz. Ben onsuz geçen günlerimi anlatacağım. Keşke beni hiç bırakmasaydın, diye sitem ederim belki. Ya da etmemeliyim. Kızabilir, hatta belki üzülür. Yok yok açmamalıyım bu konuyu. Güzel şeylerden bahsedeceğim. Ben kapıdan içeri girer girmez onu tanıyabilecek miyim acaba? Hayal mayal hatırlıyorum onu. Saçları kumraldı. Belki boyatmıştır şimdi kim bilir? Gözleri donuk bir kahverengiydi sanki. Hemen sol gözünde kirpiklerinin altında bir beni vardı. O bari tanıdık gelirde hemencecik tanırım belki. Hoş geldiniz, deyip elini sıkarım. Sarılmalı mıyım yoksa? Yok yok elini sıkmak kâfi. Sonra sohbetimiz başlar. Cüzdanımdaki eski resmi çıkarıp ellerinin arasına bırakırım. Ben diye başlarım. “Ben seni hiç unutmadım.”
Yutkundu. Az önce üşüyen ellerini şimdi ateş basmıştı. Ve ardından bütün bedenini. Şakakları da mı terlemeye başlamıştı ne? Paltosunu çıkarıp yanına bıraktı. Karşı duvarda saat olmasına rağmen telefonunu çıkarıp saate baktı. Ardından biraz kurcalayıp onu da masanın bir ucuna iteledi. Gözlerini soğuktan buharlaşmış pencereye çevirdi. Gelip geçen insan silüetlerinin arasına bir dalıp bir çıktı. Bu değil, bu da değil. Bu hiç değil…
Biliyor musun nenem bana bir isim takmıştı. Marazlı. Evet adım buydu. Çünkü tek yatmaktan korkardım. “Nene gitme karnım ağrıyor, başım ağrıyorlarla onu oyalar yanımdan göndermezdim. Sıkılmazsın diye uydurduğum masallardan anlatırdım. Hani şu Binbir Gece Masalları var ya onlar gibi. Şehrazat görse halime gülerdi. Ya da en iyi o anlardı halimi. Ama onunki kadar şansım yaver gitmedi benim. Ben sonunda marazlı oldum, o prenses…
Akrep ve yelkovanın kovalamacası 16:00’a kadar sürdü. Bacakları karıncalanmaya başlamıştı. Hafiften de karnı kazınmaya başlamıştı. Ama o gelmeden bir şeyler yiyip içmek istemedi. Bir bardak çay istedi içindeki engin denizlere dalarken. “Korkma” dedi kendi kendine. “Ya batacaksın ya çıkacaksın, ölüm yok ya ucunda.” Ölümde doğum gibi bizlere has bir şey değil miydi? Neden en korkunç senaryolar da hep ölüm gelirdi insanoğlunun aklına? Mutsuz yaşamak, mutlu ölmekten daha mı kıymetliydi? İkisinin ayrımını düşündü bir cevap bulamadı. Onun gittiği günü düşündü. Hani demiş ya Özdemir Asaf “Ölüm gibi bir şeydi ama kimse ölmedi.” İşte tam olarak öyle birşeydi…
18:00 da hava kararmaya mı başlamıştı ne? Garsonlar da manasız bakışlar atıp, fısıldaşmaya başlamıştı. Camın önünden tanıdık tanımadık silüetler geçip gidiyordu. Cama vuran yansımalar da duyduğu kıpırtıyı kaybeder olmuştu.
20:00 olmuştu saat. Ayakları kalkıp gitmek için can atarken, yüreği otur oturduğun yerde, deyip yumruğunu masaya vuruyordu her defasında. Telefonunu eline alıp A harfine dokundu. Aramak istedi. Bu sefer dolan gözleri mâni oldu. Telefonunu cebine koyduktan sonra peşin sıra inen yaşların imdadına yetişmişti elleri. Ondan ikinci tokadı yemiş gibiydi. Hoş babası onu görmek için geldiğini bilme, üstüne üstlük bir de ağladığını görse “Erkek adam ağlar mı ulan?” deyip sağlam bir tokatta o patlatırdı. Babasının işten gelme saatinin geçmesini umursamadı. Ne de olsa erkeklerin istediği saate kadar dışarıda olma hakkı vardı. Hesap sormazdı. Yeter ki onu görmeye geldiğini bilmesindi. Kazağının içinde git gide küçülüyordu bedeni. Sekiz yaşındaki salıncakta kalakalan haline dönüşmüştü sanki. Avuçları aynı çaresizlikle açılıp aynı acıyla yumruk olmuştu. Hatırlıyordu. Hiç unutmamıştı ki. Parka gideceğiz, diyerek onu evden çıkarmıştı. Salıncağa oturtup yavaştan sallamıştı. Sol avucunda camdan misketleri vardı. Sonra ne oldu anlamamıştı. Beyaz bir araba gelmişti. Annesi koşarak gidip arabaya binmişti. O sallanan salıncakta asılı kalmıştı sanki. Kıpırdayamamış, bağıramamıştı. Anne, diye içine içine seslenmişti yalnızca. Çaresizlikle açılan avuçlarının arasından dökülen camdan misketleriyle, canından kopup gözlerinden süzülen candan küreler sanki yarış halindeydi. Önce biri sonra diğeri boşalırcasına dökülüp gitti. Boş kalan avuçlarını çaresizlikle sıkmıştı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Tıpkı o günkü gibi sıktı. Avuçları aynı sıkılıkta gözleri aynı ıslaklıktaydı. O günkü gibi tek başına kalmıştı. Ve yine onun tarafındandı. Üstüne ağır gelen paltosunu güçlükle giyindi.