Alarmın çalmasıyla evden çıkması arasında hep 45 dakika olurdu. Saat 06:00’da muhakkak yola koyulurdu. İşe gitmek için iki otobüs, bir de minibüs değiştirdiğinden çok erken kalkar, neredeyse yaz kış hava aydınlanmadan sokağa adımını atardı. Bunu o kadar kanıksamıştı ki, artık sorun etmiyor; bilhassa mezun olduğu alanda çalışabildiği bir işi olduğu için kendini şanslı bile addediyordu. Başka şeyler öğrenmeye hevesli değildi, bildiği yoldan gitmekten hoşlanırdı. Bildiği yol tasarımdı. Evet, mevcut işini de sevmiyordu fakat başka bir iş öğrense, onu da sevmeyeceğinden emindi.
Mevsim ne olursa olsun sabah ayazı üşütüyordu. Evinin bulunduğu dik yokuştan aşağı doğru salınırken şalını boynuna doladı. Rutinleri severdi, ayakları onu ezberlenmiş hareketlerle yokuşun bitiminden sağa saptırıp, her zamanki pastanesine götürdü. Pastane de muhiti gibi pek modern sayılmazdı. Yıllardır en ufak bir yenilik yoktu. Sandalyelerin metal ayaklarının paslı yerleri daha içeri girmeden kendini belli ediyordu. Masalar zaten hep sallanırdı. Üç yıl kadar önce çok küçük bir modernlik denemesi olmuştu bu mekânda; masalara peçetelik koymuşlardı. Fuzuli harcama olarak görmüş olacaklar ki kısa bir süre içerisinde hepsini toplamışlardı.
Altı kişilik bir sıranın en sonundaydı. Gün aydınlanmadan işe giden bir tek o değildi elbette. Herkes otomatik hareketlerle istediği şeyi belirtip, parasını ödeyip çıktığı için sıra uzun sürmedi. O da herkes gibi siparişini verdi. Bir zeytinli açma, bir patatesli poğaça. Kasada Nihat amca olsaydı söylemesine gerek kalmazdı yılların alışkanlığıyla, fakat bu esmer, genç delikanlı işe başlayalı henüz iki hafta olmuştu.
Pastanedeki sıkış tepiş masalarda oturmaktan hoşlanmıyordu. Eğer yağış yoksa muhakkak paketini alır, pastanenin biraz ilerisindeki parkta, her zamanki bankında oturarak yerdi. Bugün de yağış yoktu. Parka gelip yerine oturdu. Kafasını kaldırıp, oturduğu bankın karşısında kalan 5 katlı binanın 2. katının balkonuna baktı. Çamaşırlık yoktu. Işık da yoktu. Paketini açmadı. Çantasının ön gözünden bir sigara çıkardı. Önce içecekti. Bir süredir hiç âdeti olmamasına rağmen, önce sigara içiyordu. Balkona uzun uzun bakıyor, içiyordu.
Hatrı sayılır bir süre önce başlamıştı o balkonu izlemeye. Bankında, bankın hemen arkasındaki sokak lambasının altında kahvaltısını yaparken, balkonun beyaz perdesinin ardındaki gölgeyi takip ederdi. Muhtemelen mutfaktı. Gölge eğilip kalkıyor, bir şeyler yapıyordu. Kahvaltı hazırladığını düşünüyordu. Daha çok dikkatini çekense hep balkonda açık duran çamaşırlıktı. Bazı kıyafetlerin 4-5 gün çamaşırlıkta kaldığı olurdu. Hepsi erkek kıyafetiydi. Gölge de erkekti, belliydi. Çok kilolu olmasa gerekti. Gömlekleri geniş astığı için belli olmuyordu fakat pantolonlara bakılırsa large beden giyen biriydi. Yalnız yaşadığını düşünüyor, kafasında ona meslekler uyduruyor, yaş biçiyordu. Bazı pazar günleri yine o saatlerde uyanık ve mutfakta olup olmadığını merak ettiği bile olmuştu. İzinli olduğu için bunu bilme şansı olmuyordu.
İsminin Sadık olduğunu, Pazar günleri izinli olduğunu, yalnız yaşadığını, mühendis olduğunu ve her sabah kendine evde kahvaltı hazırlayıp arabasında yediğini öğrendiğinde üçüncü karşılaşmalarıydı. Mahallenin tek terzisinde başlayan bu karşılaşmaların tesadüf olmadığını, birlikte yürüyüp sohbet ederken evini tarif ettiğinde anladı.
Her sabah otobüste yemekten hoşlanmadığı ve yolculuğu çok uzun sürdüğü için karşıdaki bankta kahvaltı yaptığını, çamaşırlığını inceleyip, üzerinden çeşitli çıkarımlar yaptığını, perdeye vuran gölgesinin dışarıdan görüldüğünü Sadık’a anlattığında ise, evine ikinci gidişiydi.
-Bunalıyorum artık, gelme üstüme, gelme!
Nasıl olduğunu anlamadan kendini her akşam Sadık’la bulur oldu. Sürekli anlatıyorlardı. Anlatmaya susamışlardı. Ailelerini, eski sevgililerini, en sevdikleri filmleri, en sevmedikleri filmleri, renkleri, şehirleri, yemekleri, dergileri, kahvecileri…
-Daha ne kadar açıklama yapacağım? Ne düşünmek istiyorsan….
Sıra hayal kırıklıklarına, acılara, kayıplara geldiğinde Filiz ağlamamak için yutkunarak anlatıyor, Sadık uzun ve derin nefesler alıyordu. Onlar da herkes gibiydi nihayetinde; hüzün, mutluluk, gözyaşı, aşk, neşe, ızdırap, insanın toplamı…
-Bu şekilde bir yere varamayız. Ben gidiyorum.
Doruklarda başlayıp, doruklarda devam eden bir birliktelikti. İkisi de birbirlerine görünmez iplerle bağlı olduklarını düşünüyorlardı.
-Ben bir süreliğine buralarda olmayacağım. Sen de düşünme fırsatı bulursun.
-Senden nefret ediyorum.
Sonra aylara yenik düştüler. Sonra yıllara. Alışkanlığa yenik düştüler. Bilmeye ve bilinmeye. O kadar hızlı emip bitirdiler ki bütün bilinmezleri, birbirlerini kendi bildiler. Kendilerine duymadıkları merakı, diğer kendilerine karşı da hissedemediler. İnsanın tabiatına yenildiler. Birden iki, ikiden bir, birden hiç olduklarını gördüler de, ne yapsalar değiştiremediler.
-Senden nefret bile etmiyorum.
-Seni özlüyorum.
-Sana açıklama yapmaktan yoruldum.
-Bana sesini yüksel…..
-Çok yoğundum, görmedim.
-Sana kaç kez söyledim tabakları….
-Sesini duymaya bile tahammülüm kalmadı.
-Bitti.
-Bu sefer gerçekten bitti.
Filiz sigarasını atıp poğaçasına geçtiğinde çamaşırlığı ne kadar özlediğini düşündü. Kaç ay geçtiğini saymayı bırakmıştı artık. Yeni kiracılar balkona çamaşırlık koymak yerine ip gerdikleri için onlara kızgındı. Kapıyı çalıp onlara çamaşırlık hediye etmeyi düşündüğü de olmuştu, sabahları erken kalkıp kahvaltı hazırlamalarını rica etmeyi de. Yapmadı. Aldığı çamaşırlığı yatak odasına koydu. Üzerine sadece önce uzaktan, sonra çok yakından tanış olduğu o yeşil gömleği astı.
Poğaçayı yiyemeyeceğini anladı. Yine. Kalktı, otobüs kaçacaktı.