Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tandırdan dumanlar yükselmeye başlamıştı. Satı kadın çoktan ocağın başında elini hamura bulamıştı. Toprak evlerin arasında rüzgârın savurduğu buğday kokusuna karışan köz dumanı, köyün uykusunu delip geçiyordu. Bir yandan acele acele tandırın ağzına yeni ekmek seriyor bir yandan da Ayten’in dönüşünü sabırsızlıkla bekliyordu. Köyün kadınları sabahı ekmekle karşılar duayla karıştırırdı. Ama Satı’nın duası yıllardır cevapsız kalmıştı. Belki bu sefer olmuştu kim bilir. İçinde taşıdığı onlarca duygu bir yana şu taşıdığı heyecan bir yanaydı. Bu heyecan onun için iyi mi olurdu yoksa kötü mü? Hiç düşünmeden ‘kara kaş, kara göz, yağız bir oğlan çocuğu’ hayalinin peşine düşmüştü.
Şu tandırın sıcağı bile içindeki soğukluğu eritmeye yetmezken bir hayal içinde bahar rüzgarları estiriyordu. Onların da damları neşelenecekti artık, ağaçtaki ham meyvelerini aşıracak bir yumurcakları olacaktı. Diğer bahçelerdeki gibi onların bahçelerinden de çocuk kahkahaları yankılanacaktı. Oymalı sandığın içinde sararmaya yüz tutmuş patiklerin ve yeleklerin bir sahibi olacaktı. Olmalıydı artık. Satı’nın sabırsızlığından mıdır bilinmez köyün sabahı diğer günlerden daha ağır ilerliyordu sanki. Ne ocaktan çıkan is ne de sıcak içindeki merakı da ümidi de bastırmaya yetmiyordu. Nihayet bulutların aralanıp güneşin kabak gibi ortada kaldığı saatlerde bahçe kapısının gıcırtısı duyuldu. Alnındaki teri koluna silip başını kapıdan tarafa doğru uzattı. Ayten göründü tandırlığın eşiğinde. Evin taş basamaklarında ayak ucuna bakarak içeriye girdi. Tandırlığın kokusunu bastırıyordu üzerindeki hastane kokusu. Çantasını karnındaki boşluğun üzerine basıp sessizliğini koruyarak sedirin ucuna doğru oturdu. Gözleri yerdeydi. Çantanın üzerinde kenetlediği beyaz elleri titriyordu belli belirsiz. Üzerinde alışılmış bir yorgunluk vardı. Hastane kapısında boş beklemenin, boşa çıkan ümitlerin, eve boş gelmenin yorgunluğuydu. Satı biliyordu bu yorgunluğu. Ezberlemişti.
Ayten içinse bir de Satı’nın acı sözleri vardı. Satı başını kaldırıp göz ucuyla ona baktı. İçinde patlamaya hazır sabrı artık dizginleyemiyordu. Oklavayı kenara bırakıp ekmeği çevirdi. Bu sessizlik canını sıkıyordu. Unlu ellerini silkeleyip lafı dolandırmadan sitemli sesini savurdu onun yüzüne doğru.
“Ne dedi doktor?”
Ayten başını kaldırmadı. Duydu, anladı ama sustu. Dudaklarının arasından tek kelime laf çıkmadı. Satı devam etti. Sözünü esirgemedi. Her kelimesi yıllardır içindeki yangındandı.
“Yine mi olmadı?”
“Yine mi boş geldin? Bomboş!”
“Senin döl tutmayacağın belliydi ama dinletemedim kimseye.”
Ayten başını hala kaldırmıyordu. Küskün çocuklar gibi omuzlarının arasına gömülmüş öylece duruyordu. Satı, sacdan ekmeği aldı, sedirin üstüne koydu. Ardından Ayten’in tam karşısına dikildi. Hesap sormak istiyordu. Damlarını neşelendirecek bir çocuk istiyordu. Bağırmak, çağırmak geçen on yılının hesabını sormak istiyordu. Dilinin ucuna çok laf gelip gitti. Ayten’e söylemek kabahatli bulmak kolaydı. Ama ona gelince dili ne kötü söz söylemeye ne de ona kabahat bulmaya varmadı.
“Bari Mustafa’mın bir evladı olsaydı.” sözleri içini acıta acıta ağzından döküldü.
Ayten’in yüreği titredi ama yine sustu. Sadece damlalar hızla yanağından süzülüp yere düştü. Satı gözlerini ondan ayırmadan derin bir iç çekti. Olduğu yere çömelip başını ellerinin arasına aldı. Bir sessizlik daha çöktü tandırlığa. Ateşten çıkan çıtırtılara teslim oldu ikisi de. Sanki o çıtırtılar geçen on yılın hikayesini anlatıyordu. Satı dinlemek istemese de çıtırtıların arasındaki hikayesine teslim olup on yıl öncesinin hem acısını yaşadı hem de tekrardan izledi. Ellerinin arasındaki başını kaldırıp nemli gözlerini bahçe kapısına doğru çevirdi. Tıpkı onun gibi hastaneden boş gelişlerini, kabahatli oluşlarını, yirmi yıllık evliliğinden sonra Ayten’in atın üstünde eşikten atlayarak girişini izledi. Kendi boş yatağını ona hazırlayışını, ömrünü verdiği ama bir evlat veremediği Mustafa’sını onun yanına uğurladığını izledi. Büyük damlarının büyük sessizliğini izledi, izledi, izledi…
Satı’nın yanık yüreği bir yana tandırdaki ekmeğin yanık kokusu duyuldu. Alel acele kalkıp tandırın başına geçti. Ellerini tekrardan hamura buladı. Ayten kabahatini bilircesine sessizce oturmaya devam etti. Ayağa kalkmaya cesareti yoktu. Bir taraftan hamur açıp bir taraftan da boğazına dizilen sözleri Ayten’in suratına savurdu.
“Kalk üstünü başını değiştir bir işin ucundan tut. Çocuk doğuramıyorsun bari bir işe yara.”
“Öyle benim yerime gelmek kolay değil. Bak sende doğuramadın işte.”
Ayten çantasını karnının üstünden çekip ayağa kalktı. Yüzündeki sessiz utancı silkeleyip “Ben senin yerini almadım Satı abla, bana senden kalan boşluğu verdiler” dedi.
Satı olduğu yerden dik dik baktı. Boşluk sözcüğü hamurdan daha ağır yapışmıştı eline. Havada asılı kaldı sanki kulaklarından da gitmedi. Her sabah doğan güneş gibi, her gece dönen karanlık gibi. Sabit, sessiz ve kaçınılmazdı.
İkisi de ne yapacağını bilemedi. Bağıracaklar mıydı? Ağlayacaklar mıydı? Saç baş kavgaya tutuşsalar değiştirebilirler miydi sanki kaderlerini. Ses etmedi ikisi de. Ekmeğin kokusuna ve ateşin çıtırtısına teslim oldular usulca. O gün orada ikisinin kaderi tekrardan pişti. Biri ekmeği çevirdi biri gözyaşını sildi. Ama artık ikisi de aynı sofrada oturacak kadar yandı, pişti,sustu.
Her ikisi de sessiz dualar gönderdiler yüreklerinden gökyüzüne. Kendileri için, Mustafa’nın soyunun devam etmesi için, kendileri gibi kucağı boş kalan herkes için.