Bazen insan yaşadığı korkunç olayların ardından oturup boşluğa bakar durur. Ağlamak, ahlanmak ve ağıt yakma aşaması geçilmiştir. Ve insan bu dehşetli durumda donup kalır, öylece bakar durur. Artık ne söylenecek söz vardır, ne de birilerinden hesap sorulacak bir durum.
Yanlışlar yapıldıktan sonra belki doğrular geri gelir, belki gelmez. Arada kurban edilenler dönülmez akşamın ufkunda bir bir karanlığa uçup gider. Üstelik yanlışlar sürekli bir hal almışsa; bu bir yanlış değildir. Bir tercihtir. İşte o tercihlerde hatalar hiçbir zaman düzeltilmez. Öylece kalır.
Yemeden içmeden günlerce boş bir duvara bakan insanlar, o yalnızlıklarında iç dünyalarıyla hesaplaşır. Giden canlar, giden eş dost akraba, çoluk çocuk… Hem de öylesine basit hatalardan, birilerinin görevini yapmıyor oluşundan. Hesap verilmeyen bir düzenin hesapsız gücünde ezilenlerin kaderi sanki. Günlerce ‘beni koruyun’ diye feryat eden kadınları, acımasız bir cehalete teslim edişimiz hali pür melalimiz işte.
Bilenler, bildiklerini bilmemezliğe getirip sadece senin gözyaşlarına yalancı bir teselli verir. Çoğu zaman o da olmaz. Acı gelir, yıkar, döker, öldürür sonraki gün yeni bir güne uyanır ölme sırası gelmeyenler.
Suçlanır insan, fındık kabuğuna dolmayacak şeylerle. Sonra deriz ki; toplum neden içi boş şeylerden dolayı kavga ediyor. Boştur herşey, herkes her an…Ve boş boş konuşur en yetkilisinden en yetkisizine kadar.
Binlerce aile feryadıyla başbaşa. Felaketin doğalını anlarsın bir şekil teselli olursun. Ama felaket bile bile insanların elinden geliyorsa ve korkunç ölümlerin pençesinde can veriyorsa insan; daha çok ölür daha çok acı çeker. Ve kim bilir kaç evde ne yapılacağı konuşulur en saçma olayların ardından. Ve kim bilir kaç insan birebir kendini oralarda olduğunu düşünüp bir gece yarısı yataktan ölüme kalkmanın ne olduğunu iliklerine kadar hisseder.
Bundan sonra ne yapılması gerektiğini düşünemiyoruz. Şu an acımız o kadar büyük ki, boş bir duvara bakıyor ve hissizleşmiş duygularla yaşıyormuş gibi yapıyoruz.
Bizi kim anlar diye beklentimizin çoktan öldüğü bir zamandayız.
Kimse anlamayacak ve kimse yardıma gelmeyecek. Onu geçip suçluymuş gibi bakışlarla çevrelenince, acıyı kendinde yaşamak ve topluma karşı bir öfke, bir nefret duygusu hissetmek daha acı verici.
O kadar çok acıya gömülmüş insan var ki, ah’lar yükseldikçe iner aşağıya sıkıntı, bela. Ve biz yine bakarız içimizdeki uçurumlara.
O filmlerdeki tesadüfleri, elini koymuş gibi buluşları, kolayca yapılıp giden eylemleri, bir anda aşık oluşları, hiç ters gitmeyen olayları, her attığın adımda önüne açılan kapıları, etrafta bombalar patlayıp kurşunlar çevrende dans ederken sıyrık bile almadan kaçışları istiyoruz hayatımızda.
Hayat böyle bir şey mi sahi? İstenince her şeyin kolayca olduğu, yapılınca olup-bittiği bir şey mi?
Uçağın içinde kavga eden, birbirine silah çeken, kurşun sıkan iki insan, düşen uçaktan bir paraşütle atlıyor ve kurtuluyor. Ama gerçek hayatta koskoca otelde insanlar, üç-beş kat aşağı inemeyip yanarak ölüyor. Birinin canı sıkıldığı için yine ölüyor birileri. Filmle gerçeklik arasında büyük bir uçurum var. Ve biz o uçurumun kenarında yaşıyoruz, her an ölecekmişiz gibi. Mahkemede avukat çıkıyor soruyor, konuşuyor, irdeliyor. Tanıklar geliyor sorguya çekiliyor. Sonra anlıyoruz ki; bu filmlerde oluyormuş. Hukukta okuyan öğrenci kitaplardaki bilgi ile hocalarının anlattıklarıyla, gerçeklik arasında kalmış, şaşkın şaşkın bakıyor olanlara.
Adam öleyazıyor, kalbi duruyor. Müdahale ve hemen ameliyathane. Hayatta öyle mi!? Filmlerin sanal gerçekliği ile gerçeğin gerçekliği arasında hayal kurup gerçekten ölüyoruz.