Geceydi.
Kaldırımlar ıslaktı. Yağmur çoktan dinmişti ama rüzgar hâlâ cam kenarlarına öksürür gibi vuruyordu.Elif, o eski kafeye doğru yürüyordu. Her şey aynı gibiydi… ama hiçbir şey eskisi gibi değildi.O kafe… Bir zamanlar gülüşlerin yankılandığı, göz göze gelmelerin sessizce konuştuğu o yer, şimdi solmuş bir anı gibi duruyordu karşısında. Kapıyı itip içeri girdiğinde, anılar da onunla birlikte adım attı sanki.“-Hoş geldin.”Garsonun sesiyle irkildi. Kendine gelmesi birkaç saniye sürdü. Gülümsedi tabii, yüzünde ne kadar kalmışsa o gülümsemeden. Köşedeki eski masaya geçti. Cam kenarı. O hep orayı severdi. Çünkü dışarısı da içi kadar sessizdi o masadan bakınca.Bir kahve söyledi, şekersiz. Acıyı bastırmazdı şeker, bunu biliyordu artık.
Ve o an…Caddenin karşısında bir adam durdu. Siyah bir kaban giymişti. Saçları rüzgârda hafifçe savruluyordu. Yüzü uzaktan seçilmiyordu ama Elif bir şey hissetti.Neydi bu? Tanıdık bir boşluk mu? Yoksa unutulduğunu sandığı bir bakış mı? Adam, camın ardından içeriye baktı. Göz göze gelmediler… Ama bir şey geçti aralarından. Bir “keşke” gibi, bir “sen miydin?” gibi. Elif başını eğdi. Kalbi bir anlığın ürpertisinde yankılandı.Ve ilk kez uzun zaman sonra bir şey hissetti. Hüzünle karışık bir kıpırtı. Unutmadığı bir duygunun, yeniden uyanışı gibi…