Gece çökmüştü. Şehrin karanlığına karışan tek şey, bir çocuğun çıplak ayaklarından çıkan sessiz yankıydı. Çocuk, soğuktan tir tir titreyen elleriyle bir ekmek kırıntısını sıkıca tutuyordu. Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Sokaklar, ağlayan bir çocuğu çoktan unuturdu çünkü.
“Anne…” diye mırıldandı kendi kendine, sesi rüzgarda savrulan bir yaprak kadar hafifti. Yanıt alamayacağını bile bile her adımda tekrar etti: “Anne, beni duyuyor musun?”
Bu şehirde umut kaybolmuştu. İnsanlar birbirini görmezden geliyordu. Herkesin acısı kendineydi; kimse bir başkasının yükünü sırtlanmak istemiyordu. Ama bu çocuğun hikayesi, o yükleri unutturan türdendi. Çünkü o, kaybedilmiş bir geleceğin canlı kanıtıydı.
Annesi, o sabah gözleri şiş ve yorgun bir şekilde oğlunu yanaklarından öpüp çıkmıştı evden. “Döneceğim,” demişti. Ama dönmedi. Belki hiç dönmeyecekti. Ve o küçük çocuk, o günden beri bu sokaklarda annesini arıyordu. Belki bir köşe başında onu bulacak, belki bir fırının önünde aç karnına bekleyen silueti görecekti. Ama hayır… Bulduğu tek şey, soğuğun acımasız dokunuşu ve insanların kör sessizliğiydi.
Çocuk o gece bir köşede kıvrılıp uyudu. Rüyasında annesinin ellerini hissetti; sıcacıktı, sevgi doluydu. “Buradayım,” diyordu kadın, “Hep seninleyim.” Çocuk uykusunda gülümsedi. Ama sabah uyandığında elleri boştu. Ve o an anladı: Bazı kayıplar, rüyalarda bile iyileşemezdi.
Bu hikaye sadece o çocuğun hikayesi değil. Bu, seni ve beni anlatıyor. Sessizliğimizin çığlığa dönüştüğü, birbirimize sırt çevirdiğimiz, acılarımızı unutturan bir dünyanın hikayesi. Ama hala bir umut var. O çocuğun çıplak ayakları, o sokakta yürümeye devam ediyorsa, biz de devam edebiliriz. O çocuğu görmezden gelmek yerine, elinden tutmayı öğrenmeliyiz. Çünkü bir gün biz de kaybolduğumuzda, birinin elimize uzanmasını bekleyeceğiz.
Unutma kanka, bir çocuğun kaderi, bir insanın vicdanında şekillenir. Ve bu dünya, birbirimize uzanan ellerle iyileşecek.