Beklediğim, düşlediğim bir yarın…
Güneşin doğuşu hep aynı geldi.
Ne gecesi ne de gündüzü sandığımdan hızlı geçti;
bir umut, bir umut diye dizdiğim tüm umutlarımın ipini
içimde kırdım…
Geçmez sandığım zor günler, haftalar, yıllar geçti.
Hep aynı yerdeyim; sanki durmuş, kalakalmışım,
bir çare diye diye düşündüğüm durduğum…
Ne vuslata ne vedaya bir yakınlığım kaldı;
her ikisinde de insan uzak ve iç içe olur mu?
Olduğumu zannettiğim zamanlarda hep olmamış.
Tamam dediğim “sayılı gün” diye biçtiğim hep uzamış.
Sanki rüyadayım,
uyanılamayan o rüyalardan birinde.
İnsan ne vakit bir şeyi çok istese,
beyhude şikâyet edermiş…
İmtihan geldiğinde, başa,
anlayana dek geçer haftalar ve yıllar…
Bir kış günü de olabilir,
ayağımı yere bastığımda
dizlerime kadar kar yağmış olsa bile,
yüreğimin kıpır kıpır olduğu soğuk bir gün…
Bir yaz günü de olabilir,
herkesin sıcaktan yakındığı,
lâkin gözlerimin güldüğü,
yüreğimin soğuduğu bir gün…
Delice yağabilir yağmur,
kulaklarımda uğultusuyla…
O gün farklı olabilir:
“Bekleyen, beklediğine değer” diyeceği.
O gün geldiğinde
değerini yitirenler bilemeyecek.
Farkındalığı yaşayacak
benimle bekleyenler…
Çıkışı olmayan bir labirentteyim.
Duvarlarının birbirine benzediği…
Ne kadar yol aldım
ve ne kadar uzadı bu yol?
Meğerse unutmuşum
yollarımın uzunluğunu
ve çıkmaz olduğunu…
İçimdeki kadınla konuşuyorum;
beni anlayan, bana cevaplar veren…
O hep ayakta,
o hep merhametli,
düştüğümde düşümden uyandıran…
Sizin de vardır;
solunuzu dinleyen,
yorgunluğunuzu anlayan,
yol yordam göstereniz…
O yanılmaz,
ve en başından beri öykümü biliyor,
paylaşıyor… benimle.
Ucu bucağı olmayan labirentteyim demiştim ya,
neresinde olursanız olun,
kapı aynı; her daim geçit vermez.
Bir an bir şeylerin değiştiğini hissettim.
Arkama baktığımda, meğer bunca yıllar diyebileceğim günler geçmiş; haftalar, aylar…