Mavi kırmızı ışıkları görüyorum, ardından telsiz sesleri. Yüreğim gümbür gümbür. Araçtan iner inmez, “ yat yere yat!” diyorlar. Üzerime çullanıyorlar. Cebimdekini çıkarıp, “ Bu ne lan! Gel bakayım sen şöyle” diyorlar. Arabanın içerisinde sağıma ve soluma oturuyorlar. Art arda sorular soruyorlar. Kim olduğumu, nerede oturduğumu; buralarda ne diye gezdiğimi, nereli olduğumu, kimden aldığımı soruyorlar. Eğer konuşmazsam…
Sibel’le tanışınca canımı yakacağımı sezmiştim sanki ama böylesini değil. Çalıştığım hukuk bürosundaki avukat arkadaş, bir iş için adliyeye gitmemi söylemişti. Sibel’i ilk kez adliyenin koridorunda görmüştüm. Gözümü alamamıştım koridor boyunca. Çok güzel görünüyordu: gri bir etek ve mor kazağıyla. İlk anda yüreğim ağzımdan çıkıyordu sanki, yutkunmasam uzunca. Sonra tesadüfen ortak arkadaş grubumuzda tanışmıştık. “Bizim ofise yeni başlayan avukat arkadaş” diye tanıştırmıştı bizi ortak arkadaşımız. Elini tuttuğumda, “ bu kız canını yakar” demişti, göğsümden gelen bir ses. Sonra samimiyetimiz ilerlemeye başladı. Onu görebilmek için, türlü bahanelerle ofisten ayrılıp adliyeye gidiyordum. Öğlen yemeklerini beraber yemeğe başladık. Sonra akşam kahveleri. Onu güldürebilmek hoşuma gidiyordu. Her kadına olduğu gibi, ona da gülmek çok yakışıyordu. Gülümseyince ağzının kenarlarında iki çizgi beliriyordu. Diklemesine. Yüzeysel ama derinlemesine.
Bir gün benden bir şeyler bulmamı istedi. Karşılığında da ret edemeyeceğim bir teklifi ima etmişti. Bunu söylerken iki eliyle saçlarını geriye doğru atıp, kolsuz tişörtünün altındaki sutyenini çekiştirip düzeltmişti. Koltuk altlarını ve sutyeninin askılarını fark etmiştim. Kırmızı ter dökmüştüm. Sanki duvarlar üstüme gelir gibiydi, sanki düşer gibiydi bulutlar. Bir yudum su içesim gelmişti. Suya uzanırken gözlerimi ondan kaçırmaya çalıştım. Bunu fark edince gülümsemişti. Niye böyle yapıyordu? Dediğini yapacağımı söyledim. Âşık mıydım? Bilmiyorum.
Ertesi gün tarif ettiği yere gittim. Buradaki insanlar birbirine çok benziyordu. Yüzleri kara, bakışları karanlık ve umutsuz. “ Allah’ım neredeyim ben?” diyorum içimden. “ Neden buradayım? Aşktan mı? Bilmiyorum”. Oradan ayrılırken mavi kırmızı ışıkları fark ettim ama çok geçti. Beni kolay kolay bırakmayacaklarını anladım. O anda, garip bir şekilde askerdeki üst devrem geldi aklıma: Kantini işleten askere her istediğini yaptırıyordu. Asker bu durumdan oldukça rahatsızdı ama sesini çıkaramıyordu. Bir gün sebebini sordum üst devreme. Bana bakarak, “ batak oyununu bilir misin?” dedi. Kafamı salladım. “Hayattaki ilişkilerde batak oyununa benzer bazen. Kimseye elindekileri fark ettirmemelisin ama herkese karşı bir kozun olmalı. Her zaman elinde bir koz bulundurmalısın. İşte bu çocuğa karşı da, elimde öyle bir koz var ki! Hiçbir şey diyemez bana” demişti.
Şu an arabanın içerisindeyim ve ellerim kelepçeli. Aldığım yeri söylememi istiyorlar. Eğer konuşmazsam… Ağlamaklı oluyorum. Elimde koz olarak söyleyeceğim yer var sadece. Onların elindeki ise daha güçlü. Sibel’inkiler de…