Hava serin ama ısırmıyor; sonbahar güneşi ağaçların arasından süzülüyor, yapraklarını yitirmiş dallara altın bir ışık serpiyordu. Yerdeki yapraklar kuru, çıtırdayan bir halıyla toprağı kaplamış, rüzgârın nazik dokunuşuyla fısıldaşıyordu. Bir banka oturmuş elimdeki karton kahve bardağını sımsıkı tutuyordum. Soğuk yavaşça ellerime işliyor, kahvenin sahte sıcaklığı ise o kadar zayıftı ki bir yudumda kayboluyordu.
Her köşe başında bulabileceğiniz, kokusundan çok markasıyla var olan bir kahve… Bir yudum aldım; tadı, tıpkı zihnimdeki düşünceler gibi ne tam acıydı ne de yeterince sıcak. Geçmişin ağırlığıyla geleceğin belirsizliği arasında bir yerde kaybolmuş gibiydim. Ne geriye dönebilir, ne de ileriye bakabilirdim. Sanki her şey bir sis perdesinin arkasında kalmıştı; ne geçmiş beni rahat bırakıyor ne de gelecek çağırıyordu.
Ve işte o an, çocukluğumun bahçesi gözümün önüne geldi.
Hepimiz o bahçede oynuyorduk. Elimizde bir top, ayakkabılarımız çamurlu, yüzlerimiz terli ama mutluyduk. Güneş alnımızı yakarken birbirimize gülüyor, bir şeyleri umursamadan saatlerce koşturuyorduk. Çığlıklarımız gökyüzüne karışıyor, oyunlarımız asla bitmeyecekmiş gibi hissediyorduk. Ama bir gün… o son gün geldiğinde, hiçbirimiz bunun son olduğunu bilmeyecektik. Biz büyüyüp o çocukları geride bırakacaktık.Geçmişin, o masum ve sınırsız anların son bulduğunu fark ettiğimizde artık ne biz çocuktuk ne de o gün bunun farkındaydık. Çocukların geçmiş ya da gelecek derdi olmazdı. Onlar yalnızca oyuna odaklanırdı.Şimdi o anıyı düşündüğümde, neden böyle hissediyorum bilmiyorum. Bir yandan geçmişteki o masumiyete dönmek istiyorum, bir yandan da onun beni hapsetmesinden korkuyorum. Geleceğe bakmak ise başlı başına bir cesaret işi; çünkü orada ne olduğunu bilmiyorum. Ve bugün… bugünü hissetmek bile ağır geliyor.Ama belki de sıkışmış hissetmemin nedeni, yeni oyunun kurallarını henüz öğrenememiş olmamdır. Belki bu belirsizlik bile bir oyundur ve benim oynamayı öğrenmem gerekiyordur. Bahçedeki o çocuk gibi olmaya karar verdim: Oyunun sonunun gelip gelmediğini düşünmeden, sadece oynamak.Kendi kendime mırıldandım: “Bir gün hepimiz bahçede oynuyorduk ve onun son gün olduğunu bilmiyorduk.” Bu cümle bana öyle derin geldi ki, kahvemi yere bırakıp defterime yazdım.Sonra şunu fark ettim: Belki de o günkü mutluluğu özel kılan, onun son olduğunu bilmemekti. Eğer bilseydik, oynadığımız oyunun tadı başka olurdu. Endişeyle dolardık ya da o anın bitmesini istemeyerek kasılırdık. Ama bilmediğimiz için, gerçekten mutluyduk.Hepimiz oyunun içinde özgür hissediyorduk.Belki de hayat böyle bir şeydir. Geçmiş, bizi bırakmak istemez çünkü içimizdeki çocuk her zaman o bahçede oynamaya devam etmek ister. Ama geleceğin de kendine göre bir bahçesi vardır, henüz göremediğimiz. Ve şimdi… şimdi bu bankta otururken o iki bahçe arasında sıkışmış gibiyim.Belki yapılacak şey geçmişteki bahçeye şükretmek, gelecekteki bahçeyi merakla beklemek ve şu an oturduğum bu bankın da bir gün bir anıya dönüşeceğini fark etmektir.Belki de sadece oynamaya devam etmeliyiz, o anın son olduğunu bilmeden.