Gecenin ayazında, kar tanelerinin ince ince semadan indiği vakitsiz bir anda, babamın
beyaz paltosu düşüverdi aklıma. Hani şu naftaline bulanıp çeyiz sandıklarında saklananlardan. Ta
otuz sene evvel anam örmüştü. Rahmetine erken kavuşan pamuk anam. Ben o zamanlar yedi
yaşında var yokum. “Saymayı bilir misin sen çocuk?” diye sorup durdukları zamanlarda.
Bilirdim ya bilmem mi hiç. Lakin cevap veremezdim, al al olur kızarırdı yanaklarım, susardım.
Varsa yanımda babam kolunu omzuma atar, buğday benzinde alışılmamış çizgiler çıkar: “Tabii
bilir, hem öğretmen olacak benim gamzeli kızım. derdi.
Yine o günlerden biriydi. Paltonun babamı sardığı, babamınsa sıkıca beni sarıp
sarmaladığı günlerden. Babam ya olmayaydı. Yoksa halim nice olurdu diye düşünüyordum ki
beklenmedik anda kapı çalındı telaşla, umarsızca. Mart kapıdan baktırmış, kazma kürek
yaktırırmış umurunda mıydı sanki babamın. Taktı paltosunu sırtına, fırlayıverdi kapıya. Yan
evdeki hayli kısa boylu, buruş buruş gözlü, haddinden fazla da kopça dudaklı yaşlı teyzeydi
kapıyı çalan. Fazla odunumuz olup olmadığını soruyordu, selam vermeye gocunan ağzını yaya
yaya. Pek sevmezdim onu. Matematik sevgimi sorgulayışı, akla hem ziyan hem zarardı.
“Sayıyorum işte bak. Bir, iki, üç…“ desem ne geçecekti eline? Utanırdım yahu utanırdım, çok
utangaçtım. Bunu tüm mahalle bilirdi de sanki o bilmez miydi? Bilirdi ya bilirdi elbet. Ağaçlar
bilirdi, kuşlar bilirdi, koca gökyüzü bile bilirdi. Ama en çok babam bilirdi. Vefakâr babam
baktım sırtlandı odunları bir çırpıda, iki büklüm kaldı adım adım uzaklaştı. Yan eve girerken,
yaşlıdır yazık üşümesin dediğini işittim. Babam dünyanın en tatlı, en hoş sohbet, en iyi adamıdır.
Hem Kalorifer petekleriyle ısınan şimdiki evler o yıllarda ne gezer. Başımızı sokacak bir
yuvamız, sobalı tek bir odamız vardı ya şükrederdik. Yer soframız da oraya kurulur, yatak
döşekler de oraya serilirdi. O yıllarda hela, dediğimiz tuvaletin evin içinde olması bile nasıl da
lükstü. Bu sebepten ki uyumadan önce su bile içmezdim. Sobada ısınmaya çalışırken uykum
açılır, perdeyi aralar, yıldızları izlerdim. Beyaz boyalı okul yapıldıktan sonra köyümüze, uykusuz
gecelerimde onu da izler oldum. Bir süre aynı camın, aynı köşeciğinden geceleri hep baktım ona.
Beyaz duvarından bile utanırdım. Ondan habersiz, gizlice, cam arkasında. Kimi zaman göz
kırpar saklanırdım, el sallar kaçardım. Yine habersiz, yine gizlice. Bazen de yanaklarımı
avuçlarımın arasına alıp, dirseklerimi cam pervaza dayayıp, onu öylecene seyre dalardım. Eylül
bir gelsin hele, babam beni oraya götürecekti. Kendisi söyledi. Seni oradan öğretmen edeceğim
dedi. İşte koca bir Mart böyle geçti. Ardından da şifalı dediğimiz yağmurların başladığı günler
geldi çattı. Bir sabah babam “bereket yağıyor haydi koş topla” dedi. Verdi elime ufak bir leğen.
Bardaktan boşalırcasına yağan yağmura koştum. Başladım Nisan yağmurlarını toplamaya. Ben
döne döne topladım, o gülümseyerek beni izledi. Babam çok güzel gülerdi. O an bereket sanki
onun gamzelerini dolduruverdi.
Bu bizim birlikte son baharımız ve bir daha asla gelmeyecek Nisanımız oldu.
Paltosunu bana emanet etti ve anama gitti, nurlar içinde gitti. Yokluğundan beri her kış ise şu
cümleyi kurar dururum: “Şimdi bu insan boyu karlı kış nasıl geçecek bilmiyorum.” Tam da şu
an omuzlarımda babamın paltosu, paltosunda kokusu, manzaramda tayinimin yeni çıktığı
beyaz duvarlı köy okulum var. Kim ne derse desin!.. Kar yerini tuzlu yağmura bıraktı bile.
Gamzelerim çok üşüyor.