İlçemiz hep aynıdır. Yazları sıcak gürültülü bir kalabalık, kışları soğuk ve sessiz bir yalnızlık. Ben ilçenin sağlık ocağında çalışıyorum. Adım Zeliha. Kışın yerleri silerim, malzemelerin temizliğiyle uğraşırım ve sağlık ocağının getir götürünü yaparım. Kışın çok yoğunluk olmadığından temizlik aralarında birileri ‘Zeliha Hanım’ diye seslenene kadar temizlik malzemelerinin olduğu odada kitap okurum. Sabahın yedisinde başlayan mesaim akşam üç gibi biter. Yaz geldiğindeyse her işe koşarım. Bu ‘her işe’ pansumanlar bile dahildir. Yaz sezonu tatilcilerin ilçeye gelmesiyle hasta yoğunluğu da başlar. Sağlık ocağı yirmi dört saat açık olur. Nöbet tutacak doktorlar görevlendirilir. Ortalık daha çok kirlenir. Onlar da beni temizlik yapayım diye geç saate kadar tutarlar, eve gelmem yedi-sekizi bulur. Olsun yazın zaten hava geç kararır.
Kışları ilçenin yerleşik nüfusu muayeneye gelirken yazları hasta profili değişir. Yazlıkçı tayfanın çevresi geniş, eli kolu uzundur. Bina azıcık kirli olsun bizi hemen kaymakam beye şikâyet ederler. Zaten çoğunun önemli bir şeyi yoktur ama gene de doktorun ‘önemli bir şeyin yok’ demesini duymak için gelirler. Alkolü kaçıranların, ayağına deniz kestanesi batanların ve güneş yanığı olanların yoğunluğu sabaha kadar sürer.
Sağlık ocağında neredeyse onuncu senem doluyor. Allah razı olsun kaymakam beyden. Lise mezununa iş nerede? Üniversite mezunları kasiyerliği zor buluyor. Kocam öldükten sonra sağlık ocağındaki bu temizlik işini eski kaymakam bey ayarladı. Kocam balıkçıydı, takası ile tek başına açılır, bazen iki üç gün gelmezdi. Son seferinden hiç gelmedi. Takası kıyıya vurmuş bulundu ama kendisi hala bulunamadı. Oğlumu on senedir yalnız büyüttüm adam ettim, üniversite okuttum. Bu sene yirmi üçüne giriyor. İlçedeki balık işleme tesisinde gıda mühendisi olarak çalışıyor. Hep bu sağlık ocağı ve kaymakam bey sayesinde.
Son on yıl aynı sıradanlıkla giderken bu yaz olan bir olay var ki beni çok sarstı. Bu olaydan bahsedebilmek için önce size biraz Şevki Bey’i anlatmam gerek.
Şevki bey ilçeye beş yıl kadar önce gelmiş, sağlıkçı lojmanlarının karşısındaki bakımsız, eski, tek katlı müstakil binaya taşınmıştı. Evine girip çıkarken birkaç kez görmüştüm. Yetmiş yaşlarında gözüküyordu. Krem rengi takım elbise giyip kahverengi kravat takıyor, zar zor ve yavaş adımlarla yürüyordu. İlk tanışmamız bir sabah sağlık ocağı açılmadan ben temizlik yaparken sağlık ocağına gelmesiyle oldu. ’Bir saat sonra açılacak’ dememle cevap vermeden uzaklaştı. Bir saat sonra tekrar gelip de kimliğini kayıt için verdiği zaman elli iki yaşında olduğunu öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. Boş sandalyelerden birine oturdu. Beni temizlik yaparken izlemeye başladı. Çok büyük bir derdi varmış da anlatmak için doktoru bekliyormuş gibi düşünceliydi. Doktor geldiğinde muayeneye girdi, birkaç dakika sonra elinde bir reçeteyle çıkıp dış kapıya doğru yöneldi. O sırada ben de dış kapının yanındaydım.
Bana ‘İsmim Şevki, komşuyuz galiba’ dedi. Utandım, kendisini gözetlediğimi düşünmesin diye O’nu ilk kez görmüş gibi yaptım ve ‘Ben de Zeliha memnun oldum, aa nerde oturuyorsunuz’ dedim. Oysa bu küçük ilçe merkezinde memurlar dışında ev tutan pek olmazdı, tatilciler otellerde kalırdı. O yıllarda sezonluk ev diye bir şey de yoktu. İlçeye yeni birisi taşındığında herkes haberini alırdı.
‘Sağlıkçı lojmanlarının karşısındaki küçük kahverengi tek katlı harabe gibi yerde’ dedi. ‘Hoş geldiniz sakin sessiz ilçemiz havası güzel, yazın üç ay kalabalık oluyor tatilci yeri…’ gibi bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. ‘Hoş bulduk, tansiyon ilaçlarım bitmişti onları yazdırdım doktor bey -on gün her sabah ve akşam gel tansiyonunu ölçelim- dedi. Bir on gün buralardayım anlaşılan’ diyerek uzaklaştı. Böylece Şevki beyle ilk ben ve doktor bey tanışmış olduk. Maalesef en son da biz vedalaşacakmışız.
Ertesi gün ve takip eden bir hafta boyunca Şevki Bey daha kimseler yokken; sabah ben temizlik yaparken gelip, yaklaşık yarım saat bekleme salonundaki bir sandalyede oturmaya başladı. Sabahları sağlık ocağı açılmadan gelmesini kendince haklı çıkarmaya çalışıyor ‘tansiyonun biraz dinlenmişken ölçülmesi lazım ondan erken gelip oturuyorum’ diyordu. Diğer günler asla ‘daha sağlık ocağı açılmadı’ demedim. Bundan kırılabilecek kadar nazik bir adam gibi gözüküyordu. Sabahın kokusunun çamaşır suyu ve deterjanlı temizlik kokusuna karıştığı bir saatte gelip düşünceli bakışlarla beni izliyordu. İlk gün biraz çekinsem de beni sanki çok önemli bir iş yapıyormuşum gibi izlemesi hoşuma gitmeye başlamıştı. Hatta bazen sandalye sehpa gibi eşyaları itip çekmeme yardım ediyordu. Son günlerde artık sabah temizliğini neredeyse beraber yapıyoruz gibi hissediyordum. Hemşireler mesai başladığında Şevki Bey’in tansiyonunu ölçüp bir kâğıda yazıp kendisine geri veriyorlardı.
Benimle tansiyon ölçümüne geldiği on gün boyunca neredeyse selamlaşmalar ve zorunlu iletişim kelimeleri dışında hiç konuşmadı. Üzerinde hep aynı krem takım elbise ve kahverengi kravat vardı. Tansiyon ölçüm sonuçlarını doktora gösterdiği gün sağlık ocağından ayrılırken yanıma geldi. Sanırım sabah temizliklerinde boş sağlık ocağında beraber olmamızın yakınlığına güvenerek cesaretini toplamıştı, içten bir tavırla ‘ilaçlarım iyiymiş değişmeyecekmiş bir de sizden bir ricam var Zeliha Hanım, ben yalnız yaşıyorum kendime de pek bakabildiğim söylenemez ama ev beter durumda. Hiç olmazsa ayda bir bana temizliğe gelir misiniz?’ dedi. Birden bunu dul bir kadına yakınlaşma isteği olarak algıladım. Daha yeni on sekizine girmiş oğlumu kendime bir sahip gibi göstererek ‘oğluma sorayım müsait zamanımız olursa geliriz, siz telefonunuzu verin ben ararım ‘dedim ve telefonlarımızı birbirimize verdik.
İnsanların arasında bulunup onları izlediğini, ama lafa pek karışmadığını zamanla ilçede hepimiz öğrendik. Anlatılanlara göre akşamları kahvede birilerinin masasına oturur, oyunlarını izler, sohbetlerini dinler ama kendinden hiç anlatmazmış. Laf etme hakkı bir şekilde kendisine gelirse de onaylayan bir tebessümle ya da tek kelimelik cevaplarla sırasını savarmış. Marketçi Hüseyin’in dediğine göre her akşam bir 35’lik alıyormuş. Alkol dışında diğer esnaftan pek bir alışveriş yapmadığı da söylenenler arasındaydı. Yürürken etrafa hüzün saçan bu çökmüş adamdan, anlatmaya başlasa okuduğum romanlardaki gibi bir hayat duyacağımı düşünüyordum.
Ne yer ne içerdi, ilçede merak konusu olmuştu. Gerçi zayıf da bir adamdı. Doktor beyin tıbbi bilgilerini sorarken öğrendiği, bize ne yaptıysak söylemediği ve hepimizin merak ettiği Şevki Bey’in özel hayatıydı ki; emekli matematik öğretmeni olduğunu, İstanbul’da yalnız yaşayan bir kızı olduğunu ve karısının ölmüş olduğunu ilçenin terapist gibi eczacısı Sermet Hanım öğrenmişti. ‘İlaçlar hazırlanıyor otur bir kahve içelim’ dediği kişilerin yedi sülalesini de her türlü derdini tasasını da öğrenirdi Sermet Hanım, çoğu zaman yardımı olacağı bir konu varsa yardımdan da geri durmazdı. Bu temizlik meselesi için Şevki Bey Sermet hanımdan yardım istediğinde, Sermet Hanım beni aradı. Adamın zor durumda olduğunu, yalnız yaşadığını söyledi. Para kazanmak kadar sevap kazanmanın da önemli olduğunu söyledi. Böylece neredeyse Şevki Bey’in ilçeye gelişinin ilk senesinin sonunda, ben ve oğlum o akşam Şevki Bey’in evine temizliğe gittik.
Ev kirli değil ama dağınıktı. Mutfakta omlet pişirilmiş, dibi yanmış bir tava ve kirli birkaç bardak vardı. Yatak odası toplanmamış, elbiseler yerlerdeydi. Buzdolabı da sandığımız gibi tam boş değildi. Yemek masasından başka camın kenarında küçük bir masa daha vardı ve üzerinde açılmamış 35’lik rakı şişesi duruyordu. Balkonda kurumaya asılmış bir beyaz gömlek ve iç çamaşırları vardı. Balkon kapısının yanındaki duvarda Şevki Bey ile -kızı olduğunu düşündüğüm- bir kızın mezuniyet fotoğrafı vardı.
Yaklaşık üç saat içinde hem dağınıklığı topladım hem de yerleri ve camları sildim. Banyo tuvaleti ovdum. O sırada oğlum da salonda oturup benim işleri bitirmemi bekledi. Şevki Beyle evde sadece bir kez karşılaştık. İşler bittiğinde ‘biz gidiyoruz’ diye seslendiğimizde Şevki Bey birden ortaya çıktı. Borcunun ne kadar olduğunu sordu. Herkesin istediği kadar, yarım günlük çalışma fiyatını, söyledim. Hiç tepki vermeden cebindeki ince kâğıt para destesinin neredeyse hepsini sayarak verdi. ‘On beş günde bir bekliyorum’ sözleriyle bizi yolcu etti. Aslında on beş günde bir temizliğe gitmem benim için harika olacaktı. Çünkü o sene oğlanın dershane masrafları vardı ve bu parayla onu karşılayabilirdim.
On beş günde bir oğlumla beraber Şevki Bey’e temizliğe gittik. Bizim iyi kötü para kazandığımız, oğlanın dershane masrafını çıkardığımız, Şevki Bey’in de daha temiz bir evde oturduğu bir yıl oldu. Her gidişimizde masanın üzerinde bir posta çekiyle para gönderilme alındısı görürdüm. Üzerinde bir kadın ismi olan bu posta çekine bakınca önce kendisine bir yerlerden para geldiğini düşünsem de dikkatli bakınca parayı yollayanın kendisi olduğunu fark ettim. Bu zor geçinen haliyle ‘Gülse Gülümse’ isimli bir kadına her on beş günde bir para yolluyordu Şevki Bey. Kızına para yolladığını düşündüm. Senenin sonunda para durumu kötüye gitmiş olacak ki bir gidişimizde ‘Zeliha Hanım artık ben kendim temizleyeceğim evi ‘dedi. Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa hemen ara’ dedik ama bir daha aramadı.
Benim oğlan üniversiteyi kazandı okumaya başladı. Ben iyi kötü başka evlere temizliğe gidip ona para yolladım. Şevki bey gene ara ara sağlık ocağına tansiyon ölçtürmeye geldi. Her ayrılışında benimle teşekkür ve minnet dolu bir sohbet etmeyi ihmal etmedi. Here seferinde oğlumun nasıl olduğunu mutlaka sordu, başarılar diledi. Duyduğumuz; gene akşamları marketten 35’lik rakısını alıyordu, kışın gene kahvehaneye gidip konuşmaları dinliyor, yazın takım elbisesiyle deniz kenarındaki banklarda oturup insanları izliyordu. Karşılaştığımız zamanlarda daha da çökkün olduğunu, daha da yavaş yürüdüğünü görebiliyordum. Dört senenin sonunda kimseyle konuşmasa da yalnız takılsa da ilçeye ait bir insan olmaya başlamış herkes tarafından benimsenmişti. Çünkü kimseden bir beklentiniz yoksa insanlar size daha kolay alışıyordu.
Bu yazın başında kirayı on gün geciktirince ev sahibi ödeme almak için kendisini aramış. İki gün boyunca telefonunun kapalı olmasından tedirgin olunca ev sahibi Şevki Bey’in evine gitmiş. Kapıyı kimse açmayınca çilingir çağırmış. Kapı açıldığı gibi sokağa berbat bir koku yayılınca daha içeri girmeden çilingirle beraber polisi aramışlar. Daha sonra evde yerde ölmüş ve çürümeye başlamış Şevki Bey’i bulmuşlar. Savcı gelmiş, şüpheli bir durum olmadığını söylemiş. Bizim doktor bey de ölü muayenesi sonucunda kalp krizinden öldüğü kararına varınca, savcı bey otopsiye gerek yok demiş. Belediye görevlileri kızına ulaşmaya çalışmışlar ama kızı ’benim öyle babam yok ’diyerek arayanları terslemiş. Kulağımıza gelen buydu. Beklenen kimse olmayınca ertesi gün Şevki Bey’in gömülmesine karar verildi.
Belediye Şevki beye bir cenaze töreni düzenledi. Cami kalabalığıyla kılınan namazın ardından mezarlıkta imam, ben, oğlum ve doktor beyden başka kimse yoktu. Üzerine toprak attıktan sonra öldüğünü iyice hissettik. Zaten dahil olması ‘sessizce izlemek’ olduğu bu hayattan ayrılmasına ilçe halkı birkaç saat sonra çoktan alışmıştı.
Ev sahibi cenazeden sonra beni arayıp evi tekrar kiraya vereceğini, benim evi temizleyip temizleyemeyeceğimi sorduğunda, bunun mümkün olmadığını söylemiştim. Bir samimiyetimiz olmasa da adı konmamış bir acıma duyuyordum ve onu sanki benden başka kimsenin umursamaması içimi acıtıyordu. Şevki Bey’e karşı, belki de yalnızlığına karşı bir saygı duyuyordum.
Bir ay sonra bir sabah postacı doktor beye bir mahkeme kâğıdı getirmişti. Doktor bey açıp okuduktan sonra hemen beni çağırmıştı. Kâğıtta ‘Gülse Gülümse isimli bir kişinin Şevki Bey’in kendisinin babası olduğunu iddia etmesi sonucu babalık tespiti açısından mezarın açılması gerektiğine mahkemenin karar verdiğine, belirtilen gün ve saatte (on gün sonra saat birde) hâkimin mezar başında olacağına değiniliyor, hazırlıkların bitirilmesi talep ediliyordu. Ekte de adli tabipten gelen bir pusulada: ‘sayın meslektaşım genetik incelemelerin yapılabilmesi adına mevtanın bir azı dişini almanız ve polis aracılığıyla bir delil kabında bize iletmeniz gerekmektedir’ yazıyordu.