Yatağın üzerinde açtığı valiziyle uzun süre bakıştılar. Hala ayaktaydı. Yatak odasında, aydınlatması çok narin ve soğuk olan lamba, odanın lüks havasını daha da büyütüyordu. Yüksek tavan, duvarları kaplayan altın varaklı büyük aynalar, her köşede belirgin olan taşlar ve mobilyalar bir ihtişamla dizilmişti. Ama Asya, tüm bu zarafetten artık etkilenmiyordu. Odaya baktı; her şey çok güzel, çok zarif… Ama bir o kadar da içini sıkıştıran bir hüzün vardı. Bütün bu gösteriş, onun gerçek kimliğini sarhoş ediyordu.
Bavulunun içinde, zenginliğin hiçbirini taşıma isteği yoktu. Lüks, güzellik, parıltı… Bu kıyafetler, bunlar, artık bir yük. Gözleri dolabındaki ipekleri, satenleri, gösterişli elbiseleri süzerken, hiçbirini seçmedi. Birkaç sade, rahat elbise aldı. Beyaz bir bluz ve gri bir pantolon… Hem sade hem de anlamlıydı. Çünkü sadeleşmek, bu hayatı terk etmek için adım atmak gibiydi. Sadece birkaç eşyayı alıp, bu ihtişamdan kaçmayı istedi. Bir de onu almalıydı elbette yanına. Kendisi gibi Tutunamayanlar’ı. Yavaşça, o eski kitabı alıp göz attı yıpranmış sayfalara. O an, içindeki boşluğu bir kez daha fark etti.
“Gerçek olan tek şey, bir insanın içindeki boşluktur. Ve sen o boşluğa bir şeyler koymak için sonsuza kadar uğraşabilirsin, ama bu, hep boş kalacak.”
Bu içsel boşluk, yıllardır evliliğini ve yaşamını saran parıltılı duvarların ardında saklanmıştı. Şimdi, her şeyin ne kadar yavan ne kadar gereksiz olduğunu fark etmişti. Zenginliğin ve bakımlı görünüşün, yalnızca dışarıya yansıyan bir maske olduğunu hissetmeye başlamıştı. Sürekli bakımlı olmak, topuklu ayakkabı giyinmek, mücevherlerle parlamak yormuştu onu. O artık başını kocasının dizine yaslayıp dinlenmek istiyordu. Bir şarkı eşliğinde göz göze susmak bile kafiydi. Ama olmuyordu işte. Bitmeyen toplantılar, yemekler, seyahatler. Ardından da bitmeyen kavgalar. Ve daha gönül alma faslına bile gelmeden “Bu hayatı isteyen kaç kadın var, haberin var mı senin?” sözlerinin tokat gibi inmesi. Hayır bilmek istemiyordu. Bu mutsuz, aşksız, eşsiz ve saygısını yitirmiş hayatı kaç kişinin istediğini bilmek istemiyordu. Anne olmayı bile çok görmüştü ona. Ayak bağı olurmuş çünkü. Oysa Asya anne olmayı ne çok istemişti…
Yalnızlığın onlardan önce büyüyüp kök saldığı odaya son bir bakış attığında, etrafındaki her şey yine o aynı soğuk ihtişamla parlıyordu. Mücevherler, pırlantalar… Parmağını, bir zamanlar hiç çıkarmak istemediği ve büyük bir hevesle taktığı pırlanta yüzüğün içinden çekip aldı. Sırada kendisini almak vardı.
Salon zemin halısından avizelere, duvarlardaki tablolarından mobilyalarına kadar her şey en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı. Bir zamanlar mutlu olduğu bu dünyanın şimdi bir hapishane duvarı gibi çevresini sardığını fark etti. Her şey yerli yerindeydi, ama hiçbir şeyin onu tutmasına izin vermedi. Bir köle gibi yaşıyordu burada ve son saatlerini bu şekilde geçirdiğini fark etti. Zamanla, ne kadar da bu hayatta yalnız kalmıştı.
“Bu ev, bana ait değil.”
Sadece bir adım, bir karar alması gerekiyordu. Telefonunu çıkardı ve kapıdaki son model arabasına rağmen taksi çağırdı. Bavulunu alıp, anahtarı almadan yavaşça kapıyı kapattı. Ve gözlerini yumarak, gidişini onayladı.
“Ne var ki, hayatta bir insanı yaşatan şey? Belki de yalnızca içindeki boşluğu, o büyük kuyuya benzer şeyi düşünmek…”
Taksi durduğunda, Asya derin bir nefes aldı. Şehirdeki tüm karmaşa, kaos, kendi içindeki isyan bir anda yerini soğuk bir gerçekliğe bıraktı. Bir an için hem özgürleşmiş hem de sıkışmış hissetti. Hayatının her anı, her durumu gibi bu da bir geçişti. Bir kapı kapanacak başka bir kapı açılacaktı. Yavaşça taksiden indi ve soğuk hava yüzüne çarptı. Adliye binasının yüksek duvarları arasında yürürken, içindeki düşünceler bir karmaşaya dönüştü.
Soğuk koridorlarda yürürken, her adımında daha da yalınlaşıyordu. Etrafındaki gürültüler sanki uzaktan geliyordu. Zihni, hala kocasının ilgisizliğini, yıllardır süren o anlamsız boşluğu düşünüyordu. Bir süre önce, o evde, o hayatın içinde sıkışıp kalmışken, şimdi gözleri hiç olmadığı kadar netti. Oysa o çok önceden söylemişti böyle devam edemeyeceğini. Ama o ciddiye almamıştı. Ailesinin bu evliliği istediğini ve boşanmasını desteklemeyeceklerini, tutunacak bir dalının olmadığını iyi biliyordu çünkü. Evet ailesinin evine dönmek kolay olmayacaktı ama üstesinden gelecekti. Çalışacaktı, parasını kazanacaktı, evini tutacaktı, belki bir çiçekçi açardı. Öyle çok özlemişti ki mis kokan çiçekleri ve toprağı. İlerlediği koridorun sessizliği, Asya’nın kafasındaki uğuldayan seslere karışıyordu. Her adımda, hem bir şeylerin sona erdiğini hissediyor hem de gerçekten kendisi olma yolunda bir adım attığını fark ediyordu.
Koridorlar giderek daha karanlık ve daralmaya başladı. Yavaşça, fakat kararlı adımlarla ilerledi. Bir yerden sonra, dış dünyadan tamamen kopmuş, yalnızca içindeki boşluğu hissediyordu. Her şey donmuş gibiydi. Salonunun kapısı önünde durduğunda bütün sesler bir anda boğuklaşmıştı. Derin derin nefesler alıp kendisini sakinleştirdi.
Bir süre sonra, mübaşirin sesi duyuldu.
“Duruşma başlıyor. Herkes yerini alabilir.”
Salon sessizdi. Herkes yerini almıştı. Kocası gözlerini ona dikmiş bakıyordu. Asya, gözlerini başka bir yere çevirdi. Biraz daha kendine dönerek, içerideki sıkışmışlığı, hiçliği ve kaybolmuşluğu düşündü. Ne kadar doğru bir karar verdiğini bir kez daha anlamıştı. İşte birazdan her şey son bulacaktı. Her şey…
“Günler geçiyor, zaman ilerliyor; bir türlü tutunamıyoruz. Köklerimiz var ama hep bir yerlerde kopuyoruz…“
Hakimin uzattığı kağıdı alırken elleri titredi ama yüzü sertti. Dikkatlice aldı ve içeriğinde yazılı olan her kelimenin, uzun yıllar süren bir esaretin sonu olduğunu fark etti. Biraz olsun, nefes alabiliyordu artık. Duruşma salonundan hızlıca dışarıya doğru yöneldi. İçindeki heyecan bir yandan tedirginlik yaratırken, bir diğer yandan özgürlüğün verdiği inanılmaz bir huzur vardı. Her şey sanki yavaşlamıştı; adımlarının yankıları, koridorun duvarlarından geri dönüyordu. Dışarıdaysa hava parıldıyor gibiydi. Gökyüzü de bu zaferi kutluyordu sanki.
“Kendimi senden ve bu hayattan azat ediyorum” deyip kağıdı rüzgarın kollarına bıraktı. Kağıt havalandı, uçuştu ve rüzgarla dans etti. Artık her şey bitmişti. Ve rüzgar, kağıdı alıp çok uzaklara götürürken, Asya’nın içinde yepyeni bir hayatın tohumları filizlenmişti. Her şeyin yeniden başlamak için hazır olduğu bir an… Bir varış değil, bir yolculuk, bir başlangıçtı.
“Bir şeyler var… Bizde, içimizde, tutunamıyoruz bazen… Ama belki de düşmek gerekiyor, yeni bir şey yaratmak için. Bazen tutunamamak, tutunmaya çalışmaktan çok daha değerli.”