Yazar Yüksel Özbey ile Söyleşi
Hukuk camiasının başarılı isimlerinden biri olan avukat Yüksel Özbey , yıllar süren meslek hayatının ardından, bir yandan yazarlık kariyerini sürdürürken diğer yandan sağlıkla ilgili zorlu bir mücadelenin içinde. Parkinson hastalığı, onun için sadece fiziksel bir engel değil, aynı zamanda mesleki ve kişisel yaşamını yeniden şekillendiren bir dönüm noktası oldu. Peki, Parkinson’un etkilerine rağmen hukuk dünyasında ve edebiyat alanında nasıl varlık göstermeye devam etti? Bu röportajda, Yüksel Özbey’in yaşadığı zorluklar karşısında sergilediği azim ve başarıya dair izlenimlerini paylaşırken, meslek hayatı ve edebi perspektifine dair derinlemesine bir bakış sunuyoruz.
✍️Yüksel Özbey kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Kendimle ilgili bilmediğim, tamamlanmamış, yarım bırakılmış o kadar çok şey var ki kim olduğum sorusuna dışarıdan birisi daha doğru cevap verebilir. Küçükken başı okşanmadığı için cesareti çabuk kırılan, yazmak dışında tutkuyla yaptığı hiçbir şeyi olmayan sıradan bir adam diyebilirsiniz. Yıllarca adliyelerde bir hayalet gibi gezinerek avukatlık yapmış, evli çocuklu bir aile babası olması genel çerçeveyi oluşturur.
✍️Parkinson teşhisi konduğunda neler hissettiniz?
Parkinsonlu Avukattan Küçük Bir Hikaye’ isimli kitabımda da anlattığım gibi teşhis açıklandığında doktorun kararını eksik inceleme nedeniyle temyiz edilmesi gereken bir mahkeme kararına benzettim. Tek farkla ki bu kararı temyiz edecek bir mercii yoktu. Ne MR, ne herhangi bir tahlil, ne ultroson hiçbir şey yapılmadan sadece elle muayene ve gözlemle konulan bir teşhisti. Zaten teşhis için yapılabilen şey buydu. Ölmeden mezara konulmuş gibi terliyordum. Beni karanlıklara sürükleyen bir acıydı hissettiğim. İlk tepkim inanmamaktı. Yürüyüş, koşu, yüzme gibi sporları ihmal etmeyen, iyi beslenen ve bu tür bir hastalıkla ilişkilendirilemeyecek bir yaşta olan bir insana pat diye ‘sen dünyanın en kötü ilk on hastalığından birinden mustaripsin’ demek ya şok etkisi yapar ya da acıtır.
✍️Parkinson gibi ilerleyici hastalıklarla mücadele eden çiftlere, ilişkilerini güçlü tutmaları adına ne tavsiye edersiniz? Hastalık bir ilişkide bağı güçlendirir mi yoksa sınar mı?
Nörodejeneratif hastalıklar tedavisi olmadığı iddia edilen ve zamanla daha kötüye gideceği kabul edilmiş hastalıklar için kullanılan bir tıbbi terimdir. Eşiniz bu hastalıktan mustarip ise onun günlük yaşamını sürdürebilmesi için, hastalığın seviyesine göre değişen oranlarda sizin desteğinize ihtiyacı olacaktır. Daha sağlıklı çiftlerle kıyaslandığında sabır gerektiren ve aşk, sevgi ve empati gibi güçlü anlam içeren kelimelerin bolca kullanılması gereken bir hayatınız olacaktır.
İlk başlarda, sağlığı yerinde olan eş, hastalıkla mücadele eden sevdiği insan için ister istemez kaygı ve üzüntü duyarken diğer eş ona yük olmanın ezikliğini duyar. Bu durum hastalığın getirdiği zorluklarla yaşamaya çalışan eşe fazladan bir psikolojik ağırlık yükler.
Aslında hastalığı her iki eş birlikte yaşar, hastalığın ağırlığını birlikte yüklenirler. Bu durumdaki eşler hastalığın, yaşamın bize sunduğu ya da er ya da geç sunacağı doğal bir süreç olduğunu fark eder ve daha sabırlı olurlar. Empati ve anlayış seviyeleri yükselir ve sevgiyi çoğaltıp bol sevgi sözcükleri kullanarak ilişkilerinin yıpranmasına izin vermezler.
Dışarıdan bakan birine büyük zorluk gibi görünen bu ilişki aslında zekice düzenlemeler yaparak kolaylıkla yürütülebilir hale gelir. Eşlerden her biri kendisini hastalıktan uzaklaştıracak aktiviteler için zaman yaratarak psikolojik yorgunluğuyla başa çıkabilir. Dışarıdaki insanlar da hoşgörü ve anlayışla ellerini uzatarak bu ilişkinin canlı kalmasına destek olabilirler. Böylece hastalığa rağmen normale yakın bir hayatımız olabilir.
✍️ Parkinson ile yaşarken yazma sürecinizi nasıl uyarladınız?
Parkinson dejeneratif yani zaman geçtikçe kötüleşen bir hastalıktır. Fiziksel, ruhsal acılar ve engeller zamanla birlikte artar .Artık eskisi gibi yaşamanız imkansızlaşır. Şu da var ki insan gerçek benliğine ancak zorluklar ve acılardan geçerek ulaşabilir. Parkinson kendi içime bakmamı, hastalığın bana anlatmak istediği hikayeyi duymamı sağladı. Kendimi başka türlü ifade olanağım azaldığı için yazarak anlatmayı tercih ettim. Elbette günlük koşuşturmaca içinde yorgun ve bezgin eve gelen insanların boş vakitlerinde ve benliğe uzanan derinliği hissetmelerinde eksiklik olabilir. İşte hastalık bu eksikliği tamamlıyor. Bu çok doğal. Bunu söylerken insanda bir şey azalırken diğeri çoğalır anlamında söyledim.
✍️ Hastalık nedeniyle fiziksel ya da zihinsel zorluklarla karşılaştığınızda nasıl başa çıkıyorsunuz?
Özellikle sabahları vücudumun hareket motorunun yakıtı olan dopamin eksikliği nedeniyle yataktan çıkmak bile büyük bir efor gerektiriyor. Zihnim yavaşlamış, hareketlerim kısıtlanmış oluyor. Tıpkı şarjı biten bir telefon gibi ilacımı içmem ve dopaminin beynime akmasını beklemem gerekiyor. Her sabah, beni ele geçirmeye çalışan bir vahşi ile boğuşarak güne başlarım. Teslim olmamak ve cesaretimi korumak için haftada dört-beş gün yüzme, yürüyüş, koşu gibi aktiviteler yapmam gerekir. Kendimi modern hayatın stresörlerinden, gerginliklerinden uzak tutmam gerekir. Çünkü bunlar parkinsonun dostlarıdır. Bu yüzden mesleğimle olabildiğince az uğraşır, beni mutlu eden okumak- yazmak, satranç oynamak gibi sevdiğim şeylerle günümü geçirmeyi tercih ederim.
✍️ Hikaye anlatımınıza hastalığınızın etkisi oldu mu?
Elbette, oluyor. İlk romanımla bu hastalıktan mustarip biri olarak bildiğim şeyleri anlatmaya çalıştım. Her ne kadar bir otobiyografi olmasa da hastalığın tabiatını iyi bilmek doğru olanı yazmamı kolaylaştırdı. Ancak hastalığı iyi bilmek onun hakkında gerçekleri anlatmada çok faydalı olsa da edebi alt yapıya ve yeteneğe sahip olmayan birinin anlatımı faydalı olmak bakımından eksik kalırdı.
✍️ İlhamınızı nereden alıyorsunuz ve Parkinson bu süreci nasıl şekillendiriyor?
Öncelikle yazdığım şeyler sadece bir hastalık etrafında dönen olaylardan ibaret değil. Hayatın kendisini yazıyorum ben. Hayatta var olan her şeyi… aşk, koşulsuz sevgi, daha yaşanabilir, mutlu ve sağlıklı insanlarla dolu bir hayale ilişkin hikayelerdir yazdıklarım. ‘Parkinsonlu Avukattan Küçük Bir Hikaye’ romanımı yazmaya başladığımda kafamda tasarladığım ile yazdığım arasında büyük bir fark oluştuğunu fark ettim. Yazarken kalemin ya da klavyenin kontrolü ele geçirdiğine, aklınızdan dahi geçmeyen şeylerin yazıya döküldüğüne şahit oldunuz mu hiç? Yazmaya başlayınca klavye, adeta yazmak istediklerimi değil kendi bildiğini yazıyordu. “Bu, daha önce hiç aklıma gelmemişti,” yahut, “Ben bu kelimeyi hiç kullanmam ki,” dediğim çok olmuştur. Yazarken sonsuz evrensel bilgiye açılan bilinçaltından sızan bilgiyi de kullandığımızı fark ettim. Bilinçaltını evrenin bir minyatürü olarak düşünebiliriz. Bildiğimizi bilmediğimiz şeyler ve ilham dediğimiz gizemli yaratıcılık oradan gelir ve yazıya dökülür.
✍️ Parkinson hastalığıyla ilgili farkındalık yaratan Parkinsonlu Avukattan Küçük Bir Hikaye’yi kaleme almaya nasıl karar verdiniz?
Parkinsonla yaşadığım süreçte kendiliğinden oluşan bir karardı sanırım, bunu hikayeleştirmek. Öyle oturup uzun uzun düşünüldükten sonra alınan bir karar değildi. Tabii benim farkındalık alanımda bu böyleydi, bilinç altının sessizce akan sularında neler oluyordu bilemem. Bir güne eşime dedim ki, “Aşkım bana kurşun kalemler, silgiler, kalemtraş ve A4 kağıtları alır mısın?” Ben önceleri kurşun kalemle yazar, yanlış olunca silerdim. Yazmaya başlamasaydım delirirdim diye düşündüğüm olmuştur. Yani bir akarsuyu durdurmak için önüne set çekmek yahut bir yanardağın patlamasına engel olmaya çalışmak ne kadar işe yarar ki? Yazmak tutkusuna engel olmak da o derece zor bence.
✍️ Bir yazar olarak okuyucularınıza Parkinson hastalığı hakkında bir mesaj vermek isteseniz bu ne olurdu?
Bizler küreselleşen bir dünyada, tamamen rekabetçi ve tüketici bir anlayışın etkisine girmiş olan bir kültür içinde yaşıyoruz. Artık tüm dünya anlamsız, insan doğasına uymayan bir yarış halinde. Hakim kültüre ayak uydurmakta zorlanan insan kaygı, korku ve stres içinde yaşama mücadelesi vermekte ki her türlü hastalığın temelinde bu psikolojik ve fizyolojik olumsuzluklar var. Mesela dünyadaki çalışanların ancak %13’ü sevdiği bir işi yaparken geri kalanı gereksiz bir çabayla bu yarışın içinde tükenmekte. Bu toksik kültürün olumsuzlukları bununla da sınırlı değil; psikososyal sonuçları en az stres yapıcılar kadar insana zarar vermekte. Bireyler bu bozuk kültürde yalnızlaşmakta ve anlam duygusunu kaybetmekteler. Her ne pahasına olursa olsun kazancı artırma, daha çok sahip olma anlayışı, insan odaklı değer yargılarını değiştirdi. Bencillik tün dünyada hakim davranış biçimine dönüştü. Hayatını anlamlı bulmayan, yalnız, depresif ve artan streslere dayanacak gücü kalmamış bu mutsuz insanın hasta olmaktan başka bir yolu var mı?. Yani hastalık sadece çevre kirliliğinden, yediğimiz içtiğimiz yiyecek ve içeceklerin içindeki katkı maddeler yüzünden oluşmuyor. Bunun içindir ki tüm dünyada kronik hastalıklar, akıl hastalıkları, nörodejeneratif hastalıklar hızla artmakta. Bu toksik kültürde yaşamanın bir sonucudur ve maalesef mevcut kültürün değişmemesi halinde insanın hastalıklara karşı kendini koruması çok zor görülmektedir
✍️ Bu kitabı yazarken en büyük motivasyonunuz ne oldu? Parkinson hastalığıyla ilgili kendi deneyimlerinizi paylaşmak sizin için zor oldu mu?
Elbette benim mustarip olduğum acıya maruz olanlara faydalı olmaktı motivasyonum. Kendi deneyimlediğim zorlukları anlatmak bazen kendini kötü hissettirebiliyor. Ama bu konuda cesur davranmayan birisi başkalarına faydalı olamaz diye düşünüyorum.
✍️ Gelecekte yazmak istediğiniz projeleriniz veya kitaplarınız hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
İkinci romanım “ŞİZOFREN SEVGİLİ” yayınevlerine gitti, incelemeyi bekliyor. Şizofren hastaların dünyasını yansıtan bireysel ve toplumsal psikoloji üzerine bir hikaye. Oldukça akıcı, her sayfası merak uyandıran heyecan temposu hiç düşmeyen bir kitap. Umarım okuyanlar da benim gibi düşünecektir. Şu an yazmakta olduğum “BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER” romanım ise büyükler için yazdığım bir çocuk romanı. Küçük gördüğümüz çocuklarımızın sınırsız dünyalarını anlamalarına yardımcı olabilecek bir roman yazıyorum. Yarının büyüğü olacak şimdiki küçüklerin ihmal edilmesinin; cinsel, fiziki yahut duygusal istismarın onlara bir ömür yaşayacakları onmaz hasarlar vereceğini, bunun hepimizin hayatını etkileyeceğini anlatmaya çalıştığım bir öykü. Yine sürükleyici, merak uyandıran ve farkındalık yaratan bir roman olacağına inanıyorum.
Yüksel Özbey’in hikâyesi, yalnızca bir hastalıkla mücadelenin değil, insanın içsel gücünü yeniden keşfetmesinin de hikâyesi.
Parkinson’a rağmen yazmak, üretmek, hayata tutunmak…
O, kelimeleriyle bir gerçeği fısıldıyor: “Zorluk, bazen insanın en derin tarafını açığa çıkaran bir armağandır.”
Paylaşarak destek olabilirsiniz!