“ İnme göklerden yere, ey aşkımın yıldızı!”
Fransız şair/ yazar Alfred de Musset, 1810 yılında Paris’te dünyaya geldi. Babası Victor de Musset de oğlu gibi yazardı. Mutlu bir
çocukluk geçiren yazar, hukuk ve tıp öğrenimini yarıda bırakarak ressam olmak için Louvre Müzesi’nde çalıştığı dönemde müziğe de
ilgi duydu. Yirmi iki yaşında babasını kaybetti. Babası onun kendisi gibi yaşama artı değerler katarak yaşamasını istiyordu. Oğlunun,
tutkulu/ duyarlı/ sinirli bir ruh hali içinde hayatını cinselliğin peşinden koşarak yoksulluk içinde geçirmesini istemiyordu. Babasının
öngörüsü gerçekleşmiş, yazar hayatını yoksulluk içinde geçirmiştir. 1852 yılında Fransız Akademisi üyeliğine seçilmesi bile
kaybettiği itibarını ona geri kazandırmamış, hasta ruhunu iyileştirmemiştir. Yazar/ şair Musset, genç yaşta hayatını kaybetmesine
rağmen, birçok ölümsüz yapıtın altına imza atarak, babasının onurunu taşıyan soyadını ölümsüzleştirmiştir.
Fransız Aydınlanma döneminde yetişmiş olmasının, ruhsal ve düşünsel gelişiminin gelişiminde hatırı sayılır katkısı olmuştur. O
devirde birçok filozof ve şair düşün dünyasının kapısını sonuna kadar insanlığa açmış; birçok tabuyu yıkmıştır. Voltaire, Jean
Jacques Rousseau… gibi filozofları aklın ve bilginin yegâne gerçek olduğunu savundukları için eleştirmiştir yazar. Filozofların
yaşamı ıskalayarak insanların elinden yaşam haklarını aldıklarına inanmıştır. Ona göre bir insanın hayat hikâyesini yazması için
öncelikle yaşamış olması gerekir.
Aşka/ sevgiye/ tutkuya/ güneşe / aya/ börtüye böceğe… ruhunda yer vermeyen bir insanın yaşayan yaşamı olmayacağına
inanıyordu. Tanrı insanlara sevmeyi/ sevilmeyi/ âşık olmayı ve doğanın üretkenliğini armağan olarak sunmuştu. İnsanlık bu
hazineden layıkıyla faydalanmalıydı. Salt bilgiye dayalı bir hayat hiç yaşanmamış bir hayattı. İnsan nefes alan bir kemik değil;
yaşayan bir ruhtu. Yağmurda ıslanmanın güzelliğini/ ayrılığın sancısını/ kıskançlığın öldürücü gücünü/ pişmanlığın insafsızlığını
tatmadan bir insan yaşadım diyebilir miydi? Deneyimin tek bir tanımı vardı: korkuya ve yenilgiye rağmen yaşamak. Onun yaşam
bilgesi Montaigne’ydi. O hüznü değil; huzuru ve yaşam sevincini insanlığa armağan edenleri yaşam bilgesi payesine layık görmüştü.
Hayat pencereden seyrederek geçmeyecek kadar değerliydi.
Onun tek romanı “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları”nı okurken ruh ve yaşam derinliğinden çok etkilendim. Acının ve ıstırabın
insan ruhuna kattığı yaşam bilgeliğini kanıksadığı için “İsa’yı Tanrı kılan acıdır” saptamasını yapmıştı. Onun ruhunda tüm on
dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında yaşayan acılar ve ıstıraplar soluk almıştı; sadece George Sand’a olan tutkulu aşkı değil. Yapıtında
içinde yaşadığı çağın tarihsel/ sosyo ve kültürel tüm gelişmelerini okuyucusuyla paylaşırken cimri davranmadı. Parıltılı düşünce
devriminde köprüaltında yitip giden hayatların dramına seyirci kalmadı ruhu.
“Bir Zamane Çocuğunun İtirafları” otobiyografik bir roman olmanın yanı sıra o dönemin Fransa’sında hüküm süren sosyal gerçeklik
ile din olgusunun insan hayatları üzerindeki kıyımları da gözler önüne seren bir yapıttır. Romanın başkahramanı Octave, aşka tutkun
bir gençtir. Aşka/ kadınlara ve dostluğa bakışı ölümcül derecede tutkuyla sevdiği sevgilisinin gözlerinin önünde onu en yakın
dostuyla aldatmasına şahit olmasıyla değişir. O artık kendisine benzeyen bir başka insana dönüşmüştür; çünkü evrende hiçbir kadın
sevilmeye ve güvenilmeye layık değildir. Rakibiyle düelloya girmiş, yaralı bir şekilde ölümden dönmüştür. Ölümden dönmüştür
bedeni ama ruhunu şüphe/ kıskançlık ve kin öldürmüştür.
Ayrılık sürecinde çok zor sınavlardan geçmiştir. Sabah sevgilisini bir daha görmeyeceğine dair kendisine söz vermiş; akşamsa
sevgilisinin penceresinin önünde sabahlamıştır. Yüreğindeki kanayan yarayı sarmak için alkol ve sonra da dostu Desgenais’in
tavsiyelerine uyarak batakhanelerde hayatını geçirmiştir. Asıl amacı kendisini aşağılayan kadınlardan intikamını almaktır. Ezilen/
onuru ve namusunu satan gördüğü her kadın onun erkekliğinden tiksinmesine sebep olmuştur. Vicdanı gördüğü her insanlık dramı
karşısında azap içinde inlemiştir. Aldatma olayında ruhen bu denli çökmesi, sevgilisinin ve dostunun kendisine dürüst
davranmamasından kaynaklanmıştır. O karşısındaki her insanı kendisi gibi dürüst ve içten bir insan olarak algılamıştır. Bu olayda
hem dostluğu hem de aşkı kaybetmiştir ki bu kayıplar hayatından çıkarıldığında Octave gerçeği de ortadan kalkmıştır. Ruhundaki
saflık/ dürüstlük ve dostluk lekelenmiştir. Ona göre bireyin sevgiden ve dostluktan soyutlanmış yaşamı yaşanmaya değil,
lanetlenmeye layık bir yaşamdır. Bu yüzden realist bakış açısına sahip olan en yakın dostu avukat Desgenais, basit bir mesele olarak
algıladığı aldatılma olayında Octave’nin ruhunun bu denli derinden yaralanmasını; bu denli ıstırap ve acı çekmesini anlamamıştır.
Avukat Desgenais’in aşka ve dostluğa bakışıyla dönemin popüler duygudan yoksun realist bakış açısını kendi romantikliğiyle
karşılaştırmıştır. Desgenais realistliği ve sağlam sinirleriyle övünen, aslında kalpsiz/ ruhsuz/ sevgisiz ve yalnız olduğunu göremeyen
bir sefildir. Desgenais, hayatı boyunca kimseyi gerçekten sevmemiş, kimseyi kaybetmemiş, hiçbir metresinin arkasından bir damla
gözyaşı dökmemiştir. Erkeklerin kadınları birer yosma yaptıkları gerçeğine vakıf olan Desgenais, kendi bakış açısıyla hayatlarını
kaydırdığı insanların ruhlarındaki üstü açık mezarlıkları da görmemiştir hiçbir zaman. O kadın ölülerinin üstüne basa basa yürümeyi
hayattan zevk almak sanmıştır.
Desganais’in Octave’ye verdiği öğütlerinden bazıları şunlardır: “Gerçek hayatta bunlara benzer ezeli-edebi ve mutlak aşklar
aramaya çalışmak, meydanlarda Venüs kadar güzel kadınlar aramakla ya da kuşlardan bir Beethoven senfonisi dinlemek istemekle
aynı şeydir. (s.63) “Ama şarapla sarhoşluğu birbirine karıştırmayın; kutsal içki içtiğiniz için kutsal kadehe inanmayın; bu kadehi boş
ve kırık bulduğunuz akşam şaşırmayın; bir kadındır bu, çömlekçi tarafından topraktan yapılmış kırılgan vazodur bu.” (s. 66)
Onu inciten en hakiki yaşam gerçeği ise küçük burjuva hayatlarına özenen kızların, bedenlerini bir şapkaya satmalarıdır.
Hülyalarını, hayallerini süsleyen maskeli balolarda insanlık yamyamlarının kollarına girerek kendilerini harcadıklarını görememeleri
onun hassas ruhunu derinden sarsmıştır. Bu yüzden çocuk yaştaki deneyimsiz kızların erkeklerin tuzağına daha kolay düştüklerini
fark etmiştir. Erkeklerin sahip oldukları özgürlüklerinden dolayı kadınlara kıyasla daha çok hayat deneyimi edindiklerini düşünmüştür
genç yaşına rağmen. Romanı okurken bu saptamasında ne kadar haklı olduğunu düşündüm.
Yapıtında yazar kendisi gibi yazar olan George Sand ile yaşadığı fırtınalı aşkı anlatmıştır. Sand ile Musset kişilik ve bakış açısı
bakımından birbirlerinden farklı iki insandır aslında. Musset iflah olmaz bir romantik, Sand ise sosyalizmin öncülüğünü yapan bir
yazardır. Musset’ten yedi yaş büyük olan sevgilisi Sand’ın ona annelik ve kız kardeşlik yaptığını kahramanı Brigitte ile aralarında
geçen konuşmalarından algılıyoruz. Romanın başkahramanı Octave yazarın kendisidir, Brigitte Pierson George Sand, Smit İtalya’da
Sand’ın kendisini aldattığı doktor Pagello ve Desgais ise onun yakın dostu Alfred Tatte’dir gerçek yaşamında.
Onu bizim için özel yapan yaralarını paylaşmasındaki içtenliğidir. Okuyucu olarak bizde onunla aynı süreçlerde geçtiğimizi bu
duygu geçişlerinin insanın en hakiki gerçeği olduğunu bu yüzden kendimizi zayıf bir insan olarak algılamamız gerektiğini bize
anımsatmıştır. Romantik olmanın realist gerçekleri görmeyi engellemediğini romanında kanıtlamıştır zaten. Sözde aydın şair ve
yazarların, kadınların şair ve yazar olmasına karşı takındıkları erkek egemen tavra karşı o yazınsal üretimin cinsiyetinin olmadığını
savunmuş, George Sand, o dönemde tüm cesaretine rağmenedebiyat toplantılarına erkek kıyafeti giyerek katılıyordu.
Musset, yalansız / samimi/ sevgi tutkunudur ruhu hasta olsa da. Onun ruhunda yarası kanayan her aşığın ve dostun yeri vardır.
Okuyucu rahatlıkla başını onun dürüst omuzuna yaslayarak ağlayabilir aklına ihanet gelmeden. O ruhunu ağlayarak temizlemiş,
ıstırap çekerek yaşama tutunmuştur. Bana kalırsa o yazarlık yapmadı; o ruhunu ve umutsuzluğunu insanlıkla paylaştı egosunu
yenerek. O; ruhuna yabancılaşmış insanın aslında insanlığına da yabancılaştığını vasiyet etti okuyucularına. Musset, fazla tutkunun ve
fazla sevmenin insan ruhu üzerindeki tahribatını bizimle paylaşmıştır. Onun dehası, duygu ve akıl sarmalından geçerken her ikisinden
de ödün vermemesidir.
Yaşamın dönekliğini ve yalnızlığını kavramayan hiçbir şair ve yazar ürettikleriyle insanlığa artı bir değer katmamıştır. İnsan özü
itibariyle yalnız ve güçsüz bir varlıktır. Güçsüz insanlar zavallılıklarını gizlemek için sıfatlarına ve mal varlıklarına sığınmıştır. O
hiçbir sıfatın ve gücün arkasına sığınmayacak kadar yüreklidir. Musset, hiçbir koşulda okuruyla arasına aracı koymamıştır ve
okuruna ben “bir alkolik, cinsellik batağına düşmüş aşağılık bir mahluk olduğunu söylemekle birlikte sevgilisi Brigitte’nin hayatını
nasıl zindana çevirdiğini de günlük tutar gibi günbegün aktarmıştır.
Brigitte ile babasının ölümü üzere gittiği vadide bir tesadüfen yolda karşılaşmıştır. Yaşlı teyzesi ile birlikte yaşayan Brigitte,
vadide yoksul köylülere hemşirelik yapan, güzel, dul bir kadındır. Vadideki halk tarafından iffeti nedeniyle “Gül Brigitte” olarak
ödüllendirilmiştir. Octave önce onun saflığı / temizliği/ cesareti/ iyiliği ve güzelliğinden etkilenmiştir. Onunla dostluk kurmuştur;
çünkü hayatında ilk kez bir kadının kişiliği karşısında kendi anlamsız hayatından utanmıştır.
Aşka dönüşen bu ilişkide en ağır yarayı Brigitte almıştır. Halk onu aşağılamakta ve ona sırtını çevirmekte gecikmemiştir. Altı
aylık aşk öyküsünde Octave sevgilisine hayatı zindan etmiştir. Sevgilisine acı çektirmek için her gece yattığı kadınlar gibi
giyinmesini, onlar gibi gülmesini, onlar gibi konuşmasını istemesi yetmiyormuş gibi sevgilisinin komşusuna da kur yapmakta beis
görmemiştir. Yaptığı her hatadan sonra sevgilisinin ayaklarına kapanarak af dilemiş, daha sonra da sevgilisini aynı yerden
bıçaklamaya devam etmiştir. Brigitte’nin de Octave’nin ilk sevgilisiyle yaşadığı gibi acı bir deneyimi vardır. İlk aşkı onu
evleneceklerine ikna ederek ona sahip olmuş, ertesi günde sırra kadem basmıştır. Ama o iyiliği erdemli yaşamayı kendisine ilke
edinmiştir. Hayatını Ovtave’nin ruhunu iyileştirmeye adamıştır. Hayatının sevgilisinin mutluluğu karşılığında hiçbir anlamı yoktur.
İki âşık Paris’e gelirler. Amaçları Avrupa ülkelerine seyahat etmektir. Paris’te hayatlarına Brigitte’nin yakın arkadaşı, özünde ise ilk
aşkı Smit girmiştir. Smit, aslında onu terk etmemiştir onunla evleneceği sırada annesi kendisi evlenirse yetim kız kardeşinin çeyizini
kim hazırlayacak diye sorunca o da aşkından ve kendi hayatından vazgeçerek kız kardeşine çeyiz düzmek için işe girmiştir. İki erkek
ve kendi değer yargıları arasında sıkışan Brigitte, ailesinin de yüz karası olduğunu öğrenmiştir. Octave yine aynı kişidir ve uğrunda
ölecek kadar sevdiği kadına hayatı zindan etmiştir şüphe ve kıskançlıklarıyla. Sevgilisinin göğsüne saplamak için eline aldığı bıçak
Brigitte’nin boynundaki İsa’nın haçını görünce yere düşmüştür. İsa da onca acıyı insanlara hayat bağışlamak için çekmiştir. Ateist
Octave işte o an dünya değiştirmiş ve öldürmeyi değil, bir hayat bağışlamayı tercih etmiştir. Sevgilisini, acısını Tanrı’nın saracağını
düşünerek ilk aşkı Smit’e bırakmıştır. Hayatında ilk kez erkek değil, insan olmayı başararak gözleri yaşlı Paris’ten ayrılmıştır.
Onun için en kutsal aşk saflıktır. Kimse onun kadar saflık/ dürüstlük/ sevgi ve aşk için bedel ödememiştir. Ödediği bedeller sadece
son nefesini verdiğinde bir son bulacaktı: Musset de yaşam serüvenini genç yaşta tamamlayarak, en önemlisi olmak istediği bir kişi
olmayı başardıktan sonra aramızdan ayrıldı. “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları” her okurunun bir çırpıda derinliğini algılayacağı bir
yapıt değildir. Yapıtı anlamak isteyen her okuyucunun hayatını yazmak için onun gibi yaşaması ve yaşadıkları uğruna ıstırap çekmesi
gerekiyor.
“ Bir Zamane Çocuğunun İtirafları” Alfred de Musset. Türkçesi: Kenan Sarıalioğlu. Islık Yayınları. S. 374
*alıntıladığım şiir yazarın kendisine aittir.*