Beethoven’in dokuzuncu senfonisini dinlerken Sibel Oğuz’un Annem, Zeytin ve Çay isimli öykü kitabını okumaya başladım. Kars’ın Sarıkamış ilçesinden İstanbul’a uzanan, küçük yaşlardan itibaren yazmaya meraklı bir çocuğun kırk üç yıllık hikâyesinin meyvesi Annem, Zeytin ve Çay… Her zaman yaptığım gibi önce arka kapak yazısını okudum. Yazar, editör ve eleştirmen Feridun Andaç, Sibel Oğuz’u gelenekten beslenen, modern yaşamın sıkıntısı ve bu karşılaşmaların getirdiği açmazları zamanın, yaşanan anın bilinçlilik durumu/bakışıyla anlatan Türk edebiyatının yeni bir sesi olarak tanıtmış. Merakla kitabın sayfalarını çevirmeye başladım.
Yazar, kitabın başında yer alan biyografisinde “Kendi içinde yaşadığı çatışmayı, yazarak çözmeye çalıştı fakat başaramadı,” diye yazmış. Bu cümle beni düşündürdü. Baktım, yazarın ilk öykü kitabıydı; kolay mı insanın bir çırpıda kendini bulması ve bilmesi? Çok zor. Kendimi Oğuz’un kendinden kendine yaptığı yolculuğunu okumaya hazırladım.
Yapıt on sekiz kısa öyküden oluşuyordu. Yazar, ilk öyküsü olan “Bakarsın Bahara Kalmaz”ın başında Yaşar Kemal’den bir epigrafla içsel meselesini ortaya koymuştu:
“İnsanlık öldü mü? dedim.
Yok, dedi. “Ölmedi ama bir şey oldu,
başka bir yerlerde sıkıştı kaldı herhalde?”
Kendimi insana dair bir okumaya hazırlayarak kitabıma başladım. Çatışmaların içinde sıkışıp kalmış insanlara yer vermişti yazar. İlk öykülerde çatışmalar kız çocukların ve kadınların üzerinde yoğunlaşmıştı. Oğuz, kadınların “ikinci cins” olarak görüldüğü ata erkil toplumlarda biz kadınların maruz kaldığı türden çeşitli kısıtlamalar, baskılar ve özgürleşemeyen kadınların dramına yer vermişti. Ne yazık ki her kadın hayatın bir döneminde bu tarz olumsuzluklara maruz kalmıştır değil mi? Olaylar gerçekçi bir üslupla kaleme alınmıştı. Okurken beni bana anlatıyor hissine kapıldım. “Matruşka” isimli öyküde Raskolnikov’un baltasından bahsederken, öfkeyle yol aldığında çatışmaların kızışarak nasıl bir yıkıma dönüşebileceğini gördüm.
Gelelim kitabın dördüncü öyküsü olan FANUS’a. Satırlarda çatışmaların metaforik olarak bir fanusun alevi gibi nasıl da kontrolsuz bir şekilde büyüyerek tehlikeye dönüşebileceğini yazmıştı. Yazarın kaleme aldığı konu bende değişik çağrışımlar yaparak hayatı sorgulamama neden oldu. Zevkle satır aralarında dolaşırken dünyada çatışmalardan doğan savaşları ve kendi hayatımda yaşadığım çelişkileri düşündüm.
Çatışma denince iyi ve kötü ya da negatif ve pozitif arasındaki ezeli savaştan bahsediyordu Oğuz. Hayatlarımız bu iki zıt kutup üzerine kurulmamış mıydı? Yaşadığımız savaşların ve sıkıntıların yegâne sebebi değil miydi çatışmalar? Dünya yaşamı, çatışmaların yaşandığı ve çatışmaların çözümlenmesiyle devreye giren olaylar zincirinden ibaret bir planet değil miydi?
FANUS öyküsünde Hoca isimli bir adam ailesini terk etmek üzere ve bir mektup kaleme alıyor. Anlaşılan o ki Hoca’nın geri dönmeye hiç niyeti yok! Öyle bunalmış, öyle sıkışmış olmalı ki kaçıp kurtulmak istiyor. Kendini bir fanusta kıstırılmış bir alev gibi hissediyor. Yaşamı seyreden alev, ayrılığın habercisi olan veda mektubunu küle çevirip yok etmek istiyor. Hoca ise yazmak istiyor, kaçmak istiyor… İşte çatışma. Hepimizin yüreğimizde yaşadığımız gelgitler de böyle değil mi? İkisi de hocanın yüreğinde olumlu ve olumsuz iki duygu. Hangisi galip gelecek? Okumaya devam ettim.
Hoca, iradesini kontrol edebildiği zaman, fanusun düğmesiyle oynayarak alevi kısıyor. O zaman öfkelenmeden ve hırslanmadan iç çatışmalarını kontrol edebiliyor. Eğer kontrol kurabilirse alev tatlı tatlı etrafı aydınlatıyor. Ancak bir taşkınlık anında kötülük, alevin fitilinin ateşlenmesiyle devreye giriyor. Bu da Hoca “Ayrılık!” dediği an gerçekleşiyor. Kalem zehrini ak bir sayfaya akıtırken o, bir daha geri dönmemek üzere bu mektubu yazmaya oturuyor. İşte aklı çelinen Hoca pozitif ve negatif arasında gidip gelirken tetikte bekleyen şeytanın açılan kapıdan içeri süzülmesiyle hayatı kararıyor.
Okumalarım bu şekilde yazar karşımda oturuyormuş gibi onunla sohbet ederek devam etti. Sibel Oğuz’un yüreğinin derinliklerine temas edebildim duygusuyla eseri bitirdim. Bir okur olarak onun yaşadıklarından yola çıkarak yarattığı kurmaca dünyayı zevkle okurken ben de kendimi ve insanlığı sorguladım. İnsanın kendini tanıması kolay değil elbet ama bu yolda tabulara meydan okuyarak korkusuzca yürüyen sevgili Sibel Oğuz dilerim yoluna devam eder. Her ne kadar, her insanın kendine varış yolu farklı olsa da yolculukta, bir yerlerde onunla karşılaşmayı gönülden diliyorum.
Sevgiyle,