Mesut’un sabahları kahvaltıdan önce bir rutini vardı: Mail kutusunu kontrol etmek, sonra çay suyunu koymak, ardından internetten “dilekçe nasıl daha etkili yazılır” gibi anahtar kelimeleri tekrar taramak. KPSS kitaplarıysa masa üzerinde yer işgal eden süs objeleriydi.
O günkü ilk mail ,BİMER’den gelmişti. Konusu:
“Mahallemizdeki bankın sırt yaslama bölümü eğri olabilir ancak teknik olarak ‘oturmayı engelleyecek düzeyde değil’ diye değerlendirilmiştir.”
Mesut başını iki yana salladı.
-“Bu ülkede eğrilik kanıksanmış artık…”dedi.
-“Bir tek ben düz kalmışım galiba.”
Annesi mutfaktan seslendi:
-“Mesut kahvaltıya gel, dilekçeyle karnın doymaz!”
-“Anne, devlete yazdığım her cümle halk için bir lokmadır.”
Annesi iç geçirdi.
Mesut’un cümleleri kendine özeldi. Her duruma bir devlet büyüğü edasıyla yaklaşır, çöp kutusuna bile dilekçeyle giderdi. Geçen gün kediler mama kabını devirince, sitedeki güvenliğe “Çevreyi kirleten hayvanlar hakkında bilgilendirme yapılması” konusunda resmi uyarı yazmıştı.
Evdeki duvar takviminde sınav gününe 37 gün kalmıştı. Mesut bunun da dilekçeyle bir ilgisi olduğuna emindi. Çünkü KPSS de bir nevi resmi hayattı. Sınav değil belge düzenine giriş biletiydi.
Oturma odasında bir masa. Üstü dolu:
Renkli dosyalar, çift klasör, iki kutu kalem(biri sadece mavi tükenmez),altı farklı zımba teli, Mesut’un dilekçelerini taşıdığı özel klasör:”D-1 (D harfi , dilekçe anlamına geliyordu.) Ve geçen hafta Sadık Bakkal hakkında yazdığı dilekçenin cevabının bulunduğu zarf. Mesut zarfı eline alınca saygı duruşu gibi bir şey yaptı. Zarfı burnuna yaklaştırdı, kokladı.
-“Bu devlet mürekkebi,” dedi.
-“Devletin mürekkebi hafif asitli kokar. Ama insanı da dinginleştirir…”
Cevabı tekrar okuduktan sonra bir şey dikkatini çekti. Alt kısmında yazıyordu: “Bu konuyla ilgili başvuru sayınız: 11”
Evet…Mesut Sadık Bakkal hakkında 11 ayrı dilekçe yazmıştı:
- Tartı eğri
- Poşet ücretini fazla aldı
- Limonların kabuğu çizik
- Ekmek sıcak satılmadı
- Simit çıtır değil
- Açık deterjan beyaz çamaşırları yeterince açmadı
- Peynir küflüydü ama kendi yememişti, görünce öyle sandı
- Bakkal “abi” yerine “kanka” dedi
- Bozuk para yerine sakız verdi
10.Fiyat etiketi kasayla uyuşmadı
11.Sadık’ın dükkânda yanan ampulü titriyordu, epilepsiye yol açabilir
Ve şimdi devlet ona diyordu ki: “Yetersiz başvuru gerekçesi.” Mesut bunu kişisel aldı. Bunun altından kalkmak için “ dilekçe temelli farkındalık kampanyası” başlatmaya karar verdi. Hemen bilgisayarında bir Excel dosyası hazırladı:
“Yurtta Dilekçe, Cihanda Dilekçe”
Alt Klasörler: Ulaşım, Çevre, Komşu Gürültüsü, Açık Büfe Mağduriyetleri…
Açıklama kısmına şu cümleyi yazdı:
“Tarihte herkes bir şeyle hatırlanır. Ben dilekçelerimle hatırlanacağım.” Sonra kendine bir çay koydu. Süzen poşet. Ama markaya hala gönül koymuştu, geçen ay “içinde limon aroması var” deyip çıkmamıştı, bunun için Tüketici Hakem Heyetine 3 sayfalık açıklamalı başvuru yapmıştı. Süreç devam ediyordu. Çayını karıştırırken gözleri karşı pencere camına yansıyan suretine ilişti:
-“Mesut,” dedi,
-“Sen bu millete yazıyla hizmet ediyorsun. Senin kalemin kaşık değil, kılıç.”
Kendi kendinin gururunu bir güzel okşadıktan sonra You Tube girdi. “Nasıl blog açılır?” yazdı. 10 dakikalık videoyu 25 dakikada izledi, çünkü her cümleyi not aldı. Kendi yorumlarını da ekledi:
“Hosting = sanal ev.”
“Alan adı= tapu gibi düşün.”
Akşam saat 19:45’te blogu kurmuştu:
ilk yazısı şu şekildeydi:
Değerli Kamuoyu,
Bu blog halk için ve düzgün döşenmiş kaldırım taşları için kurulmuştur. Amacım bireysel mağduriyetleri kolektif bir ses haline getirerek kurumları sorumluluğa davet etmektir. İlk yazıma bakkal tartılarıyla başladım, ama bu yolun sonunda çarpık kentleşmeye kadar giderim. Dilekçeyle gelen adaleti görecek, yazıyla gelen reformu okuyacaksınız.
Saygıyla…
Mesut Yıldırım
KPSS Adayı, Vatandaş
İlk yazının altına bir yorum geldi. Mesut heyecanlandı. Annesine bağırdı:
-“Anne! Bloga yorum geldi!”
-“Yemeğe gel, bloğun buharıyla doyulmaz!”
-“Anne bu yorum, halkın sesi!”
-“Benimki de anne sesi!”
Yorum şuydu:
“Bakkal Sadık’ın yeğeniyim. Abartmışsınız.”
Mesut derin bir nefes aldı. İşte, ses getirmişti. Bu yorumun ardından ikinci yazısını kaleme aldı:
“Akrabalarınızı yorumlardan geri çekiniz: Blogumuz Tarafsızdır.”
Artık blog yayındaydı. Mahallede birkaç kişi de paylaşmıştı. Mesut’un telefonu çalmaya başladı:
-“Mesut abi, markette muz etiketine domates yazılmış, bir dilekçe yazar mısın?”
-“Mesut Bey, apartman görevlisi oturduğu yerde nargile içiyor, bu yasal mı?”
-“Mesut, belediye otobüsünün camları çok yüksek, dışarısı net görünmüyor. Topluca başvursak olur mu?”
Mesut içinden kıs kıs güldü. “Millet anlamaya başladı,” dedi. “Dilekçeyle değişecek bu ülke.”
Blog açılalı iki hafta olmuştu. İstatistiklere göre en çok okunan yazı:
“Mahalle Sakinlerinin Gözünden Çarpık Bank Sorunu: Otur, Oturabilirsen!”
Mesut yazıyı yazarken sokağa çıkıp yedi farklı kişiye mikrofon uzatmıştı. Daha doğrusu mikrofon bulamayınca annesinin sapı kopmuş kepçesini kullanmıştı ama olsun, halk konuşmuştu. Hepsinin ortak şikayeti :” Bu bank çok sıcak, yazın yapışıyoruz.” Mesut çözüm önerisini yazmıştı: “Banklar gölgeye çekilmeli, değilse üstüne klima bağlanmalı.”
Bir sabah, mail kutusuna gelen bir mesaj dikkatini çekti. Kanal 45 Yerel Televizyonu – Röportaj Daveti
Altında şöyle yazıyordu:
“Sizi programımıza konuk etmek istiyoruz. Mahallenin Adalet Sesi olarak tanıtacağız.”
Mesut sandalyeden düşecekti neredeyse.
-“Anne Televizyona çıkıyorum!”
-“Dilekçeyle mi?”
-“Gerçekten çıkıyorum. Yerel kanal ama olsun, TRT’ye ilk adım budur!”
Hazırlıklar başladı. Mesut traş oldu. Saçını yana taradı. Ceketin içine beyaz gömlek, ama altta pijama. Çünkü röportaj Zoom’dan yapılacaktı. Kamera açıldığında spiker sordu:
-“Mesut Bey neden dilekçeler?”
– “Çünkü yazmak, bağırmadan bağırmaktır.”
– “ Hangi konular sizi en çok etkiliyor?”
– “ Banklar, kaygan zeminler ve etiketsiz reçeller.”
-“ Peki dilekçeler işe yarıyor mu sizce?”
– “ Bakın…Bakkal Sadık artık tartıya mendil seriyor. Bunu ben yaptım.”
Röportaj sosyal medyada yayıldı. Etiket açıldı:
#MesutYazarsaYapar
Ertesi gün Mesut evin önüne çıktığında apartman görevlisi geldi:
- “ Mesut Bey, bizim çamaşır ipi komşunun balkonuna kaçıyor, dilekçeyle çözülür mü?”
- “ Bir an önce inceleme yapayım,” dedi Mesut.
Elinde not defteriyle balkona çıktı. Fotoğraf çekti, ölçüm yaptı. İnşaat mühendisliği bilmeden cetvelle eğim hesapladı.
Bloga yazdı:
“ İp Gerginliği ve Komşuluk İlişkileri Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme”
Yorumlar patladı. Biri yazdı:
“ Mesut abi, annem salça kaynatıyor ama kokusu her yeri sarıyor. Kokulu faaliyetler dilekçe konusuna girer mi?”
Mesut içinden düşündü:
“Yeni kategori: Koku Kaynaklı Şikayetler”
Mesut artık KPSS’ye pek çalışmıyordu ama halkın KPSS’den 100 almış gibiydi.
Bir gün belediyeden bir mektup geldi. Zarfın üstünde resmi mühür vardı. İçi şöyleydi:
“Sn. Mesut Yıldırım,
Göndermiş olduğunuz dilekçeler sayıca fazla, içerik olarak geniş kapsamlı bulunmuştur. Belediyemiz sizi ‘Gönüllü Takip Birimi Vatandaş Gözlemcisi’ olarak tanımaktadır.”
Mesut cümleyi üç kez okudu, ağlayacaktı neredeyse.
-“ Anne!”
-“ Ne oldu yine Mesut?”
-“ Ben artık gönüllü vatandaşım!”
– “ Hayırlı olsun. Ama önce sofrayı kur.”
Mesut o sabah her zamankinden erken kalktı. Gözüne uyku girmemişti zaten. Belediyeden gelen mektubu üç kere okumuş, zarfı rafa dik koymuş, karşısına geçip saatlerce izlemiş, hayaller kurmuştu. Hatta gece yatarken yastığının altına yerleştirmiş, “Bu zarf hayırlı bir rüya getirir,” demişti kendi kendine. Zarf toplantıya çağırıldığını da söylüyordu. “Mahalle Temsilciliği ve Gözlemci Vatandaşlar Çalıştayı.” İsmi uzun, etkisi büyük. “Yani resmen çağırdılar,” dedi aynaya bakarak. “Ben istemedim, onlar çağırdı. Bu fark önemli.”
Sabah kahvaltıda annesi yumurta pişirdi. Mesut elini sürmedi. Sadece “ Bugün yargı günüm olabilir,” dedi. Annesi gözlerini devirdi.
Toplantı salonu çok büyüktü. Mesut’un alışık olduğu bir türden bir kalabalık değildi. Herkes kravatlı, ceketli, kucağında dosya taşıyordu. Mesut’ta eksik kalmamıştı; yanında “ En Çok Okunan Dilekçeler” listesini getirmişti. Ayrıca örnek bir başvuru dilekçesini çerçeveletip çantasına koymuştu. Olur da gösterme fırsatı çıkarsa…
Salona girerken kapıdaki görevli sordu:
-“İsim?”
-“ Mesut Yıldırım. Vatandaş.”
Görevli durdu.
-“ Hangi kurumdan?”
– “ Ben kurum değilim, toplumum.”
Görevli kısa bir bakış attı, önündeki listeden ismini bulup içeri aldı.
Sunum başladı. Belediyeden bir yetkili mikrofona geçti.
-“Değerli mahalle temsilcileri, vatandaş gözlemcileri…Bugün sorunları masaya yatırmak ve önerilerinizi dinlemek istiyoruz. Ama lütfen herkes kısa ve öz konuşsun.”
Mesut içinden “Benim için zor olacak” diye geçirdi. Elini kaldırdı. Yanındaki teyze döndü:
-“ Sen ne anlatacaksın evladım?”
-“ Bank, çöp, park ve yasemin kokusuyla ilgili sıkıntılar.”
Teyze başını salladı:
-“ Sen de dolmuşsun bakıyorum.”
Söz hakkı verildiğinde sahneye çıkmadı. Yerinden konuştu. Ciddi bir tonla başladı:
-“ Ben sadece dilekçe yazan biri değilim. Ben sabah 06:45’te sokakta yürüyen, çamura basmadan markete ulaşmaya çalışan, parkta bank bulamayınca bordür taşına oturan, gece 23:00’da hala salça kokusuyla yaşayan bir bireyim. Ve yazdıklarım bu hayatın belgesidir.”
Salonda sessizlik oldu. Birkaç kişi not aldı, biri telefonuna baktı. Ama Mesut için önemli olan kendisinin dikkate alınmasıydı. Bir kişi bile kaşını kaldırsa bu bir ilerlemeydi. Görevli memur yaklaştı:
-“ Mesut Bey, talepleriniz çok detaylı. İsterseniz bunları yazılı olarak da alabiliriz.”
Mesut gülümsedi.
-“Ben onları zaten yazdım. Üç nüsha yanımda.”
Memur şaşkınlıkla baktı.
-“Üç?”
-“ Biri belediyeye, biri valiliğe, biri de arşivime. İsterseniz bir dördüncüyü de size özel çıkarabilirim.”
Toplantı sonunda Mesut çıkarken durdu. Salonu bir daha izledi. Oturulan koltuklara, duvarda sararmış projeksiyon perdesine, mikrofonun yamuk kablosuna baktı.
-“Bir gün bu toplantıları ben yöneteceğim,” dedi kendi kendine.
-“Ama önce, şu çıkış kapısındaki menteşe gıcırtısını yazayım.”
Çantasından not defterini çıkardı, küçük harflerle yazdı:
“Salon kapısı menteşe sesi: rahatsız edici.
Talep: yağlanması.
Kurum: Muhtarlık+ Belediye Temizlik İşleri.
Aciliyet: Orta düzey.”
Sonra yürüdü. Dik. Sessiz. Ama içinde zafer marşı çalıyordu.
Mesut’un blogu bir yıl içinde 28 bin kişi tarafından okunmuştu. Sosyal medyada bir sayfa açılmıştı:
“Mesut’a Yazdır!”
Her gün en az üç kişi mahalle sorunu gönderiyordu. Kaldırımda yürüyen tavuklar, saatinde çalmayan okul zilleri, markette her gün yeri değişen yağ reyonu…Mesut hepsini yazdı. Resmi bir dille. Vicdanla. Kısmen caps lock açık. Ama hayat dilekçelerden ibaret değildi. KPSS sınavı gelip çattı. Mesut girdi, bildiği tüm kamu hukukunu döktü. Sonuç geldi:
89 puan.
Yüksek bir puandı ama …yetmedi. Sözlü mülakatta elendi. Sebep belirtilmedi. Sadece “değerlendirme sonucu uygun bulunmadınız.” Mesut önce sustu. Dilekçe yazmadı. Hiçbir yere şikâyet etmedi. Sadece bloguna şu satırları yazdı:
“Yazının Sonu Değil”
Bugün size bir dilekçe yazmıyorum. Çünkü bazı şeyler dilekçeyle değil, dirençle çözülür. Atanamadım. Ama ben zaten atanmış gibiydim. Herkes beni mahallenin gönüllü memuru sayıyordu. Bazı unvanlar resmi değil, halktan gelir.
Mesut Yıldırım , Dilekçeci, KPSS mağduru, Mahalle Gönüllüsü, Parkta Bank Gölgesi Savunucusu
Aylar sonra tekrar bir mektup geldi.
“Sayın Mesut Yıldırım, Belediye İletişim Masası’nda gönüllü memuriyet pozisyonu için sizi uygun bulduk. Başvuru yapmanız halinde yarı zamanlı danışmanlık yapabilirsiniz.”
Mesut önce inanamadı. Annesine gösterdi. Annesi de inanamadı ama sonra şöyle dedi:
-“ Yaz yaz, ama önce şu bulaşıkları yıka Mesut…”
Ve böylece Mesut, dilekçeyle başladığı yolculuğunu bir belediye masasında, halka çay ikram ederek ve şikayetlerini yazarak sürdürdü. Kimisi ona hala “ Mesut Bey” derdi, kimisi “Dilekçeci”, Ama mahalledeki çocuklar hep şöyle seslenirdi:
-“Abi, bizim topu çatıya attılar…bir dilekçe yazar mısın?”