Bölüm-2
Tanıdık geliyor bazen insanların yüzleri, nedendir böyle hissetmem üstüne uzunca düşünüp, kimyasını çözmeye çalıştığım bir kavram haline geldi… Bazen bir markette sıra beklerken, kendimi öylece yüzlerine bakarken buluyorum önümde arkamda duran insanların, bazen yeni tanıştığım birinde görebiliyorum aynı ifadeyi. Tanıdık mı sahiden, yoksa çehresine, kollarına, saçlarına vuran duygular mı tanıdık diye düşünmeden edemiyorum… Ya da inanır mısınız mesela reenkarnasyona… Aynı anı aynı insanla çok daha önce yaşamış mıydım diye düşünüyorum… Başka zamanda başka kişiler olarak aynı mıydı paylaştığımız duygu yükü ve bu yükleri taşıyan çizgiler hep aynı yerde mi dururdu insanın yüzünde?
Büyük sanırdım dünya ben küçücükken, çok sanırdım insanları ve hayatları kocaman, sonra Cahit Sıtkı nın değimiyle geldiğimde yolun yarısına ve büyüyüp bir bir geçirip o süzgeçten her insanı küçüldüğünü fark ettim dünyanın, bir dört duvar olduğunu… İçinde bulunduğum bir kutu! Kutu boş, kutu sessiz, köhne ve sadece hava delikleriyle dolu. Bazen bu kadar çok şeyi görüp, bilip susarken delirmeden yaşamanın gücüne hayran kalmıyor değilim doğrusu.
Ve o muhteşem kalabalık… İçine çektikçe yalnızlaştırdı beni belki, ağaçların, binaların, taş duvarların arasında sonu gelmeyen kör, sağır bir yalnızlık benimki, duyulması ve anlaşılması çok zor olan. Konuşmayı unutmuşluğumu fark ediyorum son zamanlarda bir çocukla sohbet ettiğimde mesela, bazen bir yüz görüyorum tanıdık, bu o diyorum aynı acıyı aynı sevgiyi aynı bıkkınlığı taşıyor kalbinde. “Merhaba konuşalım mı” demek istediğim oluyor ama delirmeden diye bahsettiğim o kavram bu davranışla dışa vuruyor kendini belki de. Sonra kelimeler birikiyor gece boyu, uykumda da birikiyor, geçmiyor sabah olup uyandığımda hala aynı ağırlıkla aynı dolmuşlukla başlıyorum güne. Kelimeler içgüdüsel dünyaya gelme hoşnutsuzluğunu taşıyan bir bebek gibi ağlamak istiyor kalemin ucuna belki saatlerce belki günlerce. Dayatılan ve öğretilen anları yaşamaya başlıyorum kurulmuş ve ne zaman çalacağı belli olan bir saat gibi. Hayat peki böyle bir kalıp mıydı diyorum sonra, bunca yıl bunu mu öğretti? Bu soruyla çarpışmak isteyen zihnim kavganın ilk vuruşunu yaparak bir anı hatırlatıyor bana, dört mevsiminde bir senfoni orkestrasının ağaç dallarından süzülen ışığın yüzüme vurması, masada günü mü geçirmeye yetecek su, en temel element… Ve çıkarıyorum ayaklarımın tüm yükünü, toprağa değiyorum tam o sırada bir söz geliyor aklıma “elektrik toprağa aşıktır, her zaman bulur ona ulaşmanın en hızlı yolunu!” Kelimelerde böyle benim için tam bu an. Ben buna yaşamak diyorum bir anlığına, yaşamak… Konuşmak toprakla, topraktaki karınca, ağaç dalındaki kuşla konuşmak. Ne kadar gevezeymişim meğer susmak bilmeden dinliyorum gökyüzünü. Güneş değiyor alnıma diye çekilen perdeleri hatırlıyorum sonra bıraktığı karanlığı ve görmekten kendimi mahrum bıraktığım, önümde kıvrılıp uzanan yeşilliği hatırlıyorum… Aslında herkes gibi bende biliyorum bir şeyler, biraz ondan biraz bundan belki! Hatta çok zorlasam Platon ‘un ‘Devlet’ inden Shakespeare’ e alıntı yapabilir, tanzimattan devrime, sanatın halk için mi yoksa sanat için mi yapıldığını tartışabilir, yenicilerden birkaç mısrayla süsledikten sonra sohbeti, Yağmur Kaçağı olarak İstanbul’dan başlar yolculuğuma Sicilya kıyılarına gidip Moskova’dan bakabilirim Memleketimden İnsan Manzaralarına küçük kare bir pencereden. Daha da zorlasam Mevlana ile döndürüp başımı günlerce Şems’ i arayabilir aynı zamanda Nietzsche’ nin hiçliğini umutsuz aşkıyla taçlandırmasını da tartışabilirim mesela. Ama yine de gördüğüm yetmeyen bilmeye karşın, mutsuzluğun serzenişini büyük bir orkestra çalıyor sokaklarda, kafelerde, restoranlarda… Mutsuzluk kadehlere meze olup yakınırken, çok basit olan o soruyu neyi bilmiyoruzu kimse sormuyor bence… Şaşkınlığım da biraz bundan olsa gerek-mazur görün- kimse dönüp aynaya bakmadan, -miş gibi yapıp geçiyor diye düşünüyorum… Geçiyor da mutluluk da burada tükeniyor sanırım!
Sahi küçüldü dünya, azaldım ben kocaman kalabalıklara koştuğum bu yolda, büyüdüm ve azaldım! Konuşmayı terk ettim, sustum ve azaldım. Perdeleri çektim, ışığa eyvallah etmedim kararttım gönül penceremi de küçüldüm. Büyüdüm ama geldim yazılan yolun yarısına büyüdüm diye diye azaldım. Kötülüğün gölgesinde yapılan hataları görmezden gelip, adil olmaya olan inancımı infaz ettiğimde azaldım. İnsanları tanıdım, insanlığından çıkmış ve korkunç cinayetler işleyen, ellerimi o kanlara değdiğimde azaldım. Sevmeye değer görmedim belki, sevsinler diye beklerken çıkarlarımın altında ezildim de azaldım.
Ben İnsan, hem köle oldum, hem efendi, kendime hükmetmeye kalkıp fermanımı yazdığımda azaldım. Yüzümün güzelliğini beğenmeyip, maskelerin ardına sığındığımda ve bu maskelerden yağdırdığımda tüm felaketimi, hastalıklara, savaşlara ölümlere tepkisiz kaldığımda azaldım. Ve kolayıma geldi hep aynı maskeyi takmak, büyüdüğümü unutup zamanı yok saydığımda, yaşlandığımı gizleyip tek maskeyi asırlarca taktığımda azaldım!
Tanıdık geliyor evet bazen bazı yüzler… Her şehir tanıdık, her ütopya bildik ve insanlarla kalabalık. Hangi ifadenin bana ne hissettirdiğini eve gidip saatlerce düşünmek yorucu. Ama fark ediyorum ki her yeni gün, tanıdık gelen şey yüzler değil, maskeler… Ve ben o maskeleri anlamlandırdığımda büyüdüm ve çoğaldım!