Edebiyata olan ilgim çok küçük yaşlarda başladı. Bunun üzerine eğitimimi de eğiticilik üzerine alınca edebiyatın hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu daha iyi anlayıp kitaplara daha bir sıkı sıkıya bağlandım. İşte bu yaşam yolculuğumun tam da ortasında yolum bir dergi ile keşişti. Bu dergi Kibele Kültür Sanat dergisiydi. Ve en önemlisi bu dergi aracılığıyla namıdiğer Kibele’nin annesi Hatice Dökmen ile de yollarımız keşişmiş oldu. Onun edebiyata olan adanmışlığı, konu yazmak olunca sınır tanımazlığı, disiplinli çalışmaları, kendini yeniden yeniden yaratma cesareti beni oldukça etkiledi.
Tam da Haziran dergimizin basıma hazırlanma sürecinde editör ekibimizle harıl harıl dosya çalışıyorduk ki, Hatice Dökmen’in merakla beklenen “Atasözleri ve Deyimlerle Öğretilmiş Cinsiyet” adlı kitabı Destek Yayınları tarafından yayımlanınca; kitap hakkında söyleşmek farz oldu.
Kendi tabiriyle “Önceleri yazmak benim için bir hayaldi. Şimdi ise yaşama sebebim oldu.” diyen Hatice Dökmen’e ilk olarak bunu sordum.
T.G.Akbaş– Bu sözlerin açılımında ya da gerisinde bir hikâye var mı?
H.Dökmen– Tabii ki var Tuğbacım. Bilirsin söz uçar yazı kalır. “Önceleri yazmak benim için bir hayaldi. Şimdi ise yaşama sebebim oldu.” derken bunun bilincinde olarak dedim. Çünkü gerçekten yazmak çok uzun yıllar sadece hayaldi benim için. En verimli yaşlarımda yazmanın sadece hayaliyle avundum ancak geç de olsa (Ki -geç- diye bir kavram tanımıyorum aslında. Çünkü her ne konu olursa olsun, başladığımız yer tam da zamanıdır.) yazmaya başladığımda aç bebekler gibi dört elle ve aşkla yazmaya sarıldım. İşte o tarihten sonra yazmak benim için yaşamaktan fazlasıydı. Yazmak; ekmeğim, suyum, aldığım nefesim, hayatımın anlamı, yüreğimdeki müzik, gözlerimdeki gökkuşağı oldu.
T.G.Akbaş– O zaman buradan şöyle bir soruyla devam edeyim. Tam da zamanı, dediğiniz tarihten sonra aşkla sarıldığınız kalemden neler çıktı kısaca değinelim mi?
H.Dökmen– Edebiyata ilk adımım şiirle başladı aslında. Tam da zamanı dediğim günlerden daha önceki günlerdi. Ufak ufak içimi döktüğüm alt alta yazılmış sitemlerim vardı şiir adına. Bu arada kendimi asla şair olarak görmediğimi belirtmek isterim. Beni tanıyanların çok iyi bildiği gibi şiir benim için o günlerde sığındığım bir limandı ve ben o limanda içimden geldiği gibi yazarak kendimi onardım. Sonrasında bir hevesle iki şiir kitabım yayımlandı. Ancak her zaman dediğim gibi benim hayallerimde şiir yoktu. Çocukluğumun bir saplantısı mı diyelim, Bekir Yıldız’dan Yaşar Kemal’e kadar olan hayranlığımdan kaynaklanan bir tutku mu diyelim bilemedim ama ben illa ki illa ki öykü yazmalıydım. İşte o tam da zamanı dediğim günlerde şiirin bana yetmediğini içimdeki aşkı açığa çıkaramadığımı anladım. Ve sonrasında paçaları sıvayıp büyük hayalimi gerçekleştirme yolunda bata çıka yol almaya başladım.
Bir taraftan öğrenirken bir taraftan ürettiğim o günlerde üç öykü kitabı çıkardım. Öykü dalında hatırı sayılır ödüller aldım. Hayallerimi gerçeğime düğmelediğim o yıllar benim çömez zamanlarımdı.
2020’de, pandeminin gölgesinde Destek Yayınları tarafından çıkan Kum Gibi kitabımla kalfalık dönemim başladı. (Burada bir es verip neden ustalık dönemim demediğimi belirtmek isterim. Çünkü Ernest Hamigway’in bile “Hepimiz, kimsenin usta olamayacağı bir zanaatın çıraklarıyız.” demişken bizlere o kadar iddialı konuşmak düşmez. Üstelik bunun kararını okur verecektir.)
“Kum Gibi” adlı romanım genç okur tarafından çok sevildi ve dört baskı yaptı. O arada “Kemik Çayı” adlı bir öykü kitabım daha yine aynı yayınevinden çıktı. O da kısa sürede iki baskı yaptı. Hayallerimin gerçeğe dönüştüğü o günlerde, üstelik Kovit yasaklarında dur durak bilmeden uzun yolculuğuma devam ettim. Akabinde, önceden yayınlanmış “Salı Ertesi” adlı romanım Destek Yayınları tarafından revize edilip yeniden yayımlandı. Son olarak da 2022’de “Âdemelması” adlı romanla üç yılda dört kitabım okurla buluştu. Ve sonrasında senin de bildiğin gibi “Kibele Kültür Sanat Dergisi” doğdu. Oldukça zorlu bir yolculuktu dergicilik. Ancak sevgili Erdal Bila ile çıktığımız bu yolculukta, başta sen olmak üzere aynı yola baş koymuş genç, çalışkan ve disiplinli ekibimizle bugünlere geldik.
T.G.Akbaş– Evet sizin de dediğiniz gibi gerçekten dergicilik zor bir yolculuk ancak insanı geliştiren aynı zamanda keyifli bir yolculuk olduğunu da biliyoruz. Bizler dergi ailesi olarak bu yolculukta yanınızda olmaktan dolayı oldukça gururluyuz.
Şimdi asıl konuya dönecek olursak; yeni kitabınız “Atasözleri ve Deyimlerle Öğretilmiş Cinsiyet” henüz çok bebek. O kadar bebek ki dergiye yetiştirebilmek için çarçabuk okumaya çalıştım. Kitapta en çok dikkatimi çeken “Kadın ayna.” sözü oldu. Bu sözü kitabın sonuna kadar da sürdürüyorsunuz.
“Kadınlar, kendilerinin ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamayışının erkekler yüzünden olduğunu söyleyerek topu erkeklere atıyor ama ne yazık ki gerçek böyle değil. Çünkü kadını, ikinci sınıf vatandaş olarak kabullenen yine kadınlar. Bu çağda bile erkek çocuğunun pipisini kutsayıp, o pipiye kurban olup “oğlum teyzelere pipini göster” diyerek onun egosunu o -yalancı ayna-da göklere çıkarırken, kız çocuklarının zihinlerine büyük puntolarla; ayıp, günah, yasak sarmalı içindeki eksik olma, ikincil olma hatta hiç olma duygusunu yine kadınlar kazıyor. Tabii ki kadının da böyle bir öğretinin içinde hapsolmasının pek çok nedeni var ama bu nedenlerin ardına saklanmak kadının baştan her şeyi kabullenişi ve kendi kimliği için savaş vermeyişi anlamına gelir.
Oysa başrollerin hep erkeğe verildiği eril sistemde asıl başrol kadınlarındır. Çünkü kadınlar doğurarak, üreterek gelecek kuşakları inşa edenlerdir. Bu süreçte çocuklarına; kadını ve erkeği eşit gösteren gerçekçi bir –ayna- olmadıkları sürece kadının özgürlüğünden, eşitliğinden bahsetmek mümkün değildir. Geleceğin o eşitlikçi nesillerini ya da ayrımcı nesilleri yetiştiren yine kadınlardır.”
Gerçekten ne kadar ilginç. Şimdi örneğin annemi ya da kayınvalidemi hatta kendimi düşündüğüm zaman bir noktada çevremizdeki erkeklerimizi yüceltmeyi ne kadar çok sevdiğimizi görüyorum.
Kitap o kadar akıcıydı ki ne ara sonuna geldim anlamadım bile. Ancak anladığım tek şey vardı ki kitabı okurken sözün tam tabiriyle göğsüme koca bir kaya parçası gelip oturmuştu. Meğer bireylerin cinsiyet kimliklerinde ve karşı cinsin kimliğine bakışlarında atasözleri ve deyimlerin ne kadar önemli bir rolü varmış.
Bir tarafta “Kadın şerri şeytanın şerrine eşittir” sözü varken diğer tarafta “Cennet anaların ayağının altındadır.” sözü nasıl bir ikilemdir? Ya da “Kadın çiçektir.” sözüyle “Kadının karnını sıpasız, sırtını sopasız bırakma.” sözü nasıl bir dilemmadır. Bir okur olarak ben bu kadar etkilenmişken, siz bütün bunları yazarken neler hissettiniz?
H.Dökmen– Çok ama çok yıprandım diyebilirim Tuğbacım. Başlangıçta bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim. Ancak atasözlerini toplamaya başladıkça içimde isyanlarım büyümeye başladı. Bir de bu sözlerin kimliklerimizi nasıl şekillendirdiklerini örneklendirmelerle yazdıkça canım çok yandı. Eril toplumda, kadının yerinin belirlenmesinde; atasözleri ve deyimlerin büyük önemi olduğunun bilinciyle çıktığım yolda, yüzlerce atasözü ve deyim derledim. Pek çoğunda canım yandı. Ancak aşağıdaki sözlerde canım iki misli yandı.
“Kız çocuğu ya er koynunda, ya yer koynunda.”
“Kız on üçünde, ya erde ya yerde.”
“Kız on beşinde ya erdedir, ya yerde.”
Ne acıdır ki, arama motorunda, “Kız beşinde, ya erdedir, ya yerde.” sözüne rastladığımda aslında sözün bittiği yerdeydim.
Şunu da kabul etmeliyim ki bütün bu sözlerin kodlamasıyla büyüyen erkeklerimizi de daha iyi anlama olanağı buldum.
T.G.Akbaş– Yazma yolculuğunda bir davanız, bir kavganız olmalı, der pek çok yazar. Siz de “Yine kadın ve daima kadın” diyorsunuz kitabın arka kapak yazısında. Ve biz biliyoruz ki Hatice Dökmen’in davası da, kavgası da kadın. Peki, bu çocukluk hayallerinizden beri böyle miydi?
H.Dökmen– Evet ne yazık ki böyleydi. Kırsalda doğmuş ve büyümüş biri olarak itiraf etmeliyim ki çok sancılı bir çocukluk dönemim oldu. Bu sancılarım başta annem olmak üzere yanımda yöremdeki tüm kadınlar içindi. Hatta kendim için… Edebiyat alanında elim kalem tutmaya başladığında yazacaklarımı neredeyse o yaşlarda biliyor gibiydim. Ve ta o zamanlar kafamda kurguladığım pek çok konuyu tam da zamanı dediğim dönemde tek tek dile getirdiğimi fark ettim. Dikkat edersen tüm kitaplarımda; kadının örselenmişliğini, sinmişliğini, sıkışmışlığını, tökezleyişini, örülen duvarların ardında yaşadığı hiçliğini, ayıp-suç-günah sarmalında yolunu bulmak için çabalayışını kurgularımın hepsinde görebilirsin. Ayrıca her kitabımın bir farkındalık kitabı olmasından dolayı da yıllardır kurduğum hayallerimin gerçek olup amacına ulaşmış olması da benim için oldukça gurur verici.
T.G.Akbaş- O zaman sırada başka proje var mı?
H.Dökmen– Var tabii ki. Sanırım yayımlanması dört beş ayı bulabilecek “Unut Kuşu” adlı bir öykü dosyam yayınevimde. O da bir farkındalık kitabı. Biliyorsun yaş ortalamasının yükselmesi nedeniyle günümüzün en önemli konulardan biri de Alzheimer Hastalığı. Unut Kuşu da bu hastalıkla tanışmış insanları anlatıyor. Tabii ki yine ve her zaman gizli özne –kadın-.
Bunun dışında henüz tam olarak ete kemiğe bürünmeyen bir roman kurgum var ancak malum kalem son olarak nereye gider bilemeyiz.
T.G.Akbaş– Çok haklısınız. Ancak ben biliyorum ki kaleminiz sizi yine özgün bir yönde durdurup, sapacağı yolu belirleyecektir. Yeni kitabınızın okur rüzgârı bol olsun dileklerimi iletirken bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.