Çelişki Esansı
Ben bir tanrı çocuğuyum, çelişki insanıyım. Ne de olsa onun yaratısıyım, iyileri yücelten yine de kötüleri dünyaya süren tanrının. Yeryüzünün bütün yükünü çeken çilekeş toprağa çıplak basar ayaklarım, bir gün elbette toprak kokacağım, başkalarının yüküne hamal olacağım. Ve yapacak başka hiçbir şeyi olmadığı için doğan göçebe güneşi koklarım her sabah. Ayaklarını sürüyerek yol alır sayın mülteci, doğudan batıya. Yeni hasatta bir emektarın ekinleri sürüdüğü gibi kokusuz güneşin parlattığı kızıl saçlarını okşuyorum onun. O da kokusuz, tıpkı güneş gibi, gölgesi olmayan ateş gibi. En çok orkideleri severim ben. Toprağın ilk ferah yoldaşı, tüm çiçek kokularının miras bırakanı. Keşke sen de orkide koksan. Orkide kokulu hayallerle boyarım kapana kısıldığım yalnızlığımı, bir uçtan ötekine, tavandan zemine, kıyıdan bucağa. Bu bilindik kokusuzluk sevgili burnumun biriciği ama. Kokular solukların kardeşi. Kokular, hayat kokan soluklardır. Ben yaşamaktan nefret ederim, yine de tüm dünyayı içime çekmek burnuma doldurmak isterim. Et, kemik, kan ve iliğin altında hamurumu mayalandıran çelişkim var benim. Ben tanrı hıçkırdığı için varım, bir çelişki çocuğuyum. Orkide tozları serpin topraktaki yumuşacık yatağıma. Asla filizlenmeyecek bir yatak olsa da.
Pirinç
Ufacık, pürüzlü bir pirinç tanesinden hallice tutundum anne varlığına. Kat kat doku ve kılcal damar arasında sıkışıp kaldım, ancak yine de kat kat yorgan altında hissedilen bezelye tanesi kadar belirgin bir pirinçtim ben. Kırk kat yorgan ve döşeğin altında hissetti annem beni. Oysa bir asilzade değildi, lekeli mutfak önlüğüne silerdi ellerindeki yaşanmışlıkları. Sonra anneannem, o da değildi. Önümüze koyduğu bin taneli pilavi bitirmemizi tembihlerken latifeyle kaç pirinç tanesi bırakırsak o kadar çocuğumuz olacağını söylerdi. O, daimi dostum, daima bir tane bırakırdı ben hiç tane. Tuhaf, şimdi öğreniyorum ki bu iştahlı ufak ritüel meğerse işe yaramış. Tuhaf. Tanrı ufacık pirinç tanelerinin çetelesini tutacak kadar mı cimri? Bana ve ona bir evlat vermeyecek kadar varyemez. Evet, evet varyemez. Reva mı bu bencillik, bu nefret, bu hor görme biz öz mü öz çocuklarına? Küskünüm ona ve tanrıya. Babasına küskün küçük bir çocuk gibiyim, yarınzedeyim, tapınmaktan emekliyim. Ben tanrı olsaydım tanrım, inan ki intihar ederdim, koca koca pirinç çuvallarımla, her birini bileklerime bağlaya bağlaya denizin dibini boylardım.
Hiç Asker Çocuk
Ayaklarımı gıdıklıyor gökkuşağının püskülleri. Deforme olmuş ayaklarıma nüfuz ediyor buğulu renkler, sonra denizin bulutlarına tutunup dipteki tanrıya iniyor. Bir balık gözünün içinde tanrı, dibe çökmüş ceset tortuları arasından beni seçiyor. Kızgın bana. Oysa benim içimde de durgun bir his denizi başgöstermiyor ona karşı. Daima dalgalıyım. Gözüpek bir denizci değilim artık, ne rotam var ne şaşmaz bir pusulam. Umutsuzluk çıkmazında, cesaretsizler rıhtımında demirliyim. Cesaretim, tüm bedenim, zerrelerimle deniz yaratıklarının yeni öğünüyüm artık. Kim bilir hangi cesaretsizin balık sofrasında anason kokulu yudumlarına karışacağım. Hiçim ben, cesaretsizim. Yaşamaya da ölmeye de. Oysa öyle cesaretliyimdir ki yere çökerken, dizlerim parçalanır. Dizlerimde irili ufaklı renkler belirir, genelde gökkuşağının kırmızısı, moru. Çok ağlarım o zaman, “cesaretliyim işte, Bonaparte’ım ben.” Dizlerim yere gömülürken cesarette Bonaparte’ım. Küçük asker çocuk, gökkuşağının dibinde ağlıyor, tanrım. Gözlerimde göğün sisli mavisi, yüzümde kestirmeler arayarak çeneme, dizlerime, sonra ayaklarıma kadar iniyor. Cesur asker çocuk evine dönmek istiyor. Deniz dibi karanlık. Suyun ağırlığı şakaklarıma mı çöküyor ne, dalgaları kafamın içinde en derin düşüncelerimi döverken hissediyorum. Tarumar ediliyorum. Cesur korkak asker “hiç”e karışıyor.
Antikronolojik
Çakmak kibritten önce doğurmuş ateşi, aklım pek almıyor, ki çoğu zaman kalabalık olduğundan bir şeyleri içeri sokuşturmakta iyi değilimdir. Boş bir kalabalık ama, her köşeye sırf olmak için yerleştirilmiş düşünce süprüntüleri. Her neyse çakmak “icat” kelimesinin etekleri altında daha çabuk yer bulmuş kendine kibritten diyordum. Biz insanoğlu antikronolojik olmaya meyilliyiz herhâlde. Ben mesela doğmadan önce öldüm. Yaşarken gömülüyorum, nefes alırken çürüyorum. Çok antikronolojik, ha? Bu da ne demekse artık…Zaman sanki bir sıralamaya tabii tutulabilirmiş ve bu sıralama bana zamansal anlamda tuhaf, mantıkdışı geliyorsa anti olabilirmiş gibi… Bazen böyle kelimeler icat ederim. Kalabalık susmaz çünkü, her kafadan bir ses yükselir daima. Kalabalık olsalar da yalnızdırlar aslında, en yalnız düşünceler kendilerine yer edecekleri bir kafa bile bulamamış düşüncelerdir. Düşünceleri biz mi seçeriz, hayır. Birden belirirler. O hâlde düşünceler bizi seçer. Beni zorunluluktan seçen zavallı düşüncelerim, yalnızsınız işte. Hepinizi havaya uçurmak isterdim. Kafamın içini benzinle yıkıyorum her gün, ama elimde kibritim yok. Ya da dur, çakmağım yok. Hiçbir şeyim yok benim. Kalabalık bir yalnızlığım. Dün yaşıyorum, bugün öldüm.
Ev Yolu
Ev yolu. Sıcak ekmek kokar benim için ev yolu. Bir daha bu yolu aynı hevesle yürüyebilecek miyim ki? Aynı taze koku burnumdan ciğerlerimin en ücralarına yürür mü ki hiç? Bir daha çocuk adımları atabilecek miyim, beyaz taşlara basmadan eve varabilecek miyim? Yalnız bir köpeğim şimdi, kedilere sırnaşırım. Ah, ayaklarım… Onlar kafamdan daha çok düşünür, bilerek topallar. Ah, gözyaşlarım da yürüyor gözlerime. Yüreğimdeki baraj patlamış, gözyaşlarım sızıyor tenime ve kendilerine bir yol arıyorlar ta sıcacık yanaklarımdan çeneme, boynuma, ayaklarıma. Yalnız köpek dinmeyecek bir akıntıda tutunacak dal arıyor, hiç değilse balık olmak istiyor. Belki… Belki o zaman ev yoluna sapar kıvrılarak, dalgalar tokatlamaz bedenini. Çok dayak yedi bu yalnız köpek. Öyle ki dayak yediği zamanları bir araya toplasanız üç yıl aralıksız dayak, sopa, dayak, sopa… Her seferinde hak ettiğini düşünse de bir köşede kendi hâline ağladı. Böyle zamanlarda bir dilim ekmek attılar önüne. Kuru, küflü, ekşi maya kokmayan… Yersiz, yurtsuz, sıcak ekmeksiz kaldı. Ve herkes gitti, bir münzevi ay ışığı kaldı ona dost olarak. Münzeviye en iyi dost münzevidir herhâlde. Son kez ayın giriftli yüzeyine, raf raf, kat kat dizili ay taşlarına baktı. “Ne güzel” dedi, “Ne güzel bir ekmek dolabı.”
Bir Basit Nötr Kurtçuk
Bir kedinin ayak izinde söndürdüm sigaramı, bir ağız dolusu küfürle. Fark ettim de bugün yine günahkârım, hiç iyilik yapmadım, elmasını hakir gören basit bir kurtçuk gibi lanetler yağdırdım dudaklarımı açıp kapamaktan başka hiçbir şey yapmadan, çabasız, anca küçük gören. Ben artık bu kadarım, küçük, küçücüğüm. Aslında en çok kendimi küçük görürüm. Unutmuşum, paslı dudaklarından iyi dilekler dökülen, yardım dilenen kara kuru bir herife su ve simit aldım. Çökmüştü öyle yere iki büklüm. “Ne zahmet ettin” deyiverdi. “Olsun abi, hepimiz insanız.” dedim, basit bir kurtçuk olduğumu nasıl da güzel sakladım. Bu bir iyilikse, haneme bir iyilik yazınız sayın tanrım. Ama sonrasında kendi kendime de olsa nasıl böbürlenip, büyüklendiğimi görünce hemen siliniz lütfen. Çok basit ve küçük hissediyorum, iyilik yapmak böyle mi hissettirmeli? Öyleyse ben bu dünyaya hiç gelmemeliymişim. Güneş doğudan doğup batıdan battığı için bile, kelebeklerin ömrü birkaç gün olduğu, kargalar bir asır devirebildiği için bile doğmamalıymışım. İki artı iki dört ettiği, üçgenler, çemberler olduğu için bile… Çok neden sayabilirim varlığımın gereksizliğine dair ancak tek bir neden söyleyemem neden varım diye. Bir kedinin ıslak çimentoya bıraktığı ayak izi bile daha anlamlı benden. Ve ben oraya küllerimi döküyor, sigaramı söndürüyorum. Dedim ya hiç iyi değilim.