Eski hastahanenin önünde, en az onun kadar eski bir bank vardı. Yıllardır ne oturan
var ne yüzünü ondan yana çevirip bakan. Küflenmiş, paslanmış, kir pislik içerisinde kaderine
terkedilmiş. Su varsa o gün semada, kendi kendiciğine az biraz temizlenir, sonrası yine terk-i
kader. Boyansın, cilalansın, tamir görsün, yok! Kaldırılsın o halde, yok! Eee yenisi gelsin o da
mı yok? Ne mümkün, hak getire… Antika mübarek!
Sabahın erken saatlerinin birinde, -geçen Salı olacak- gözlerim banka kaydı geri geldi,
tekrar kaydı ve tekrar tekrar…Uzun bir şemsiye ve onu durmaksızın döndürüren kara bir
eldiven… Yanı başında ise saçları tararcasına sert ve hızlı hızlı düzelten kırmızı bir eldiven.
Eldiven sahipleriyle bakışlarım değmedi. Bakışlarımı görmediler, farketmediler,
hissetmediler.. Kara eldivenli boyluboslu – bacakları zor sığmış banka oradan bildim – genççe
bir adam. Yeşilli ise ufak tefek bir kadın. Yerleri süpüre süpüre bankın arkasına doğru
yöneldim, – hiç yaptığım şey değildir – kulak misafiri oldum.
Kadın sordu :
- Ne güzel yürüyüş yapıyorduk. Söylesene, bizi bu lanet banka oturtacak kadar seni yoran
nedir?
Adam kısık, çok kısık bir sesle :
-Kalkabilirsinin. Bağlamadım ya!
-Neyin var Allah aşkına? Son günlerde hiç olmadığın kadar agresif ve suratsızsın. - Çekmek zorunda değilsin. Saldım seni özgürsün!
- Ne halin varsa gör!
Ve yere fırlayan minik bir metal parçası ile kesildi tüm sesler. Tık.. Tık.. Tık…
Kadın kendinden büyük adımlarıyla uzaklastı, seçilmez oldu. Adama yaklaştım
konuşmak ister mi bilemedim, tanımam etmem. Yine de sordum : - Üstat konuşmak ister misin?
- Hayır!
- Pekala. Sokakları süpür dur, ben de insanım ama değil mi, yoruldum, belim koptu, ellerim
desen artık nasır nasır bak. En azından biraz soluklanmama musaade eder misin?
-Tabii gel şöyle, gel dinlen biraz.
-Biliyor musun bazen şu bacaklarıma da acıyorum. Gün boyu tüm yükü nasıl da taşıyor
mübarekler, aklım almıyor. Sence de öyle değil mi? - Öyle olsa gerek.
- Hele ki bazen nasıl halsizlik, nasıl bitkinlik.
- Ne iş yaparsın sen?
-Üstat baksana halimden belli değil mi? Belediye çalışanı, temizlikçi. Peki sen?
-Askerim ben. Baba yadigarı meslek. Herkes asker bizde.
-Yaaaa. Ne güzel, ne güzel. Şeref buyurdun komutanım, saygılar.
Bir süre sessizlik hüküm sürdü. Asker aniden : - Emekçi baksana! Senin gerçekten çok ağrır, hep ağrır mı bacakların?
-Çoğu zaman… Yaş da aldık baksana, zavallı taşıyor işte taşıyabildigi kadar, bilmem ki taşır
nereye kadar. - Bana hastasın dediler emekçi. Otuz yaşında ne hastalığı. Uyuşur, kasılır desteksiz gitmez,
sonra da hiç tutmaz dediler. Çok kullanma, acımaz yıkar, yatağa boylu boyunca serer dediler
be emekçi.
-Anlat komutanım haddim değil akıl veremem, zaten anca bana yetiyor. Yine de anlat. - Estağfirullah. Dinle o halde !
On yıl önceydi. Askerliği daha meslek olarak elime almadığım günlerdi. Çarşı izninde
başladı her şey. Hava nasıl soğuk, nasıl ayaz. Hiç unutmam köşe başına sıralanmış çok, pek
çok simit arabası… Beyaz berenin içinde kaybolmuş yuvarlacık kopça bir surat ve onu
kaplayan ak pak sakallıdan yana kullandım tercihimi. Kısacık, fazlaca soluk benizli, iki
büklüm yaşlıca bi amca. Selam verdim, selam aldım. Simitin yanına çayı da varmış. “Ay
Allah razı olsun!” dedim. Ayakta iki üç lokma attım ağzıma, iki üç de hoş sohbet. Sen sağ ben
selamet dedim, hızlı hızlı düştüm yola. Yine kapalı çarşıda aldım soluğu. Sahaf sokağına
girince yavaşladım, usul usul ilerledim, derin çok derin kokladım çünkü sindirmek istiyordum
bu sokağın kokusunu. Bir süre uzaktan sahafları gözlerimle sevdim, sevdikçe kayboldum,
kayboldukça bir baktım ki göremez oldum. Evet evet yanlış duymadın emekçi. Aniden, hiç
beklemediğim anda ben göremez oldum, seçemez oldum, bulandım. Bilir misin sen
bulanmayı, bilmezsin değil mi? Bilme de.
Zaman geçti, günlere aylar, aylara yıllar eklendi. Dışarıdan iyiydim artık, sanki o
günler hiç yaşanmamışçasına umarsızca iyi. O kötü anların geri geleceğine bilircesine
vurdumduymaz, umursamaz. İşte şuan, tam da o an. Sahaf sokaklarının yerini, tekrar o soğuk
mavi koridorların aldığı an. Anlayacağın sevdalar şaşkın, aşklar yorgun, biraz olan umutlar
zaten dertli kederli , hayaller desen can çekişiyor. Şimdi söylesene emekçi, sen olsan daha kaç
bahar sayardın?
Gamze AYDIN