Güneş ortalığı cehenneme çevirmiş, tarlada çalışan genç kadına aman vermiyor. Sabah serinliğinde başlamıştı çapaya Hacer. Bir karık daha çapalayıp bitirmek için har har soluyup terlerken bir sıcağa bir de üç gündür suyu salmayan muhtara beddua ile karışık gün yüzü görmemiş küfürler ediyordu. Köy yerinde sahipsiz olmuyor işte. Ama ne yapsın? Seferberlikte Yusuf’u da harbe gidip o cepheden bu cepheye yedi yıldır dönmeyince küçük kızıyla her işe o koşuyor. Üst üste binişen dertler hep onun üstüne çullanıyordu ya, o hep “Hayırlısı!” diyordu. Diyordu demesine ama bir de içinden geçeni sor…
Doğrulup alnında biriken damlaları yazmasının kenarıyla sildi. Ağacın gölgesine oturttuğu kızına yorgun bir bakış attı, küçük kız elinde çomak parçası ve bezle evcilik oynuyor. Vakit döndü, güneş iyiden iyiye tepeye yükseldi. Yorgunluk ve sıcaktan yüzü kızardı Hacer’in, başında geceden kalma bir ağrı… Uzaktan, köyden gelen davul sesini duyduğunda son karık bitmek üzereydi. Durup kulak kesildi. Sesi davula karışan tellal “terhis” diyor, “tren” diyor, “asker” diyor; sesinde garip bir sevinç köyün sokaklarında yankılanıyor.
Şaşkın Hacer aceleyle kızının elinden tutup yola dizildi. Yorulan sabiyi kâh sırtına yüklendi, kâh kucağına aldı. Kulağını köyden gelen seslerden ayırmadan un gibi tozlu yolu çiğneyerek köy meydanına doğru hızlandı. Zaman mefhumunu kaybetti. Üzerinde arıların uğuldadığı böğürtlen büklerinin yanından geçti. Köy meydanına vardığında çınarın altında toplanmış kalabalık sevince boğulmuştu. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak. Kasabadan gelen iki jandarma harbin bittiğini müjdeliyor, yarın gelecek olan trende cepheden terhis edilen askerlerin olacağından bahsediyordu. Herkes gibi o da şaşkın ve sevinçli… Yedi yıl sonra Yusuf’u nihayet dönecek. Yüzünü süsleyen kalender gülümsemeyi kalabalıktan gizledi.
Tren yolu köyün uzağından, dağın ardından geçiyor. İstasyona yakın esaslı bir yokuş vardı. Tren bu mevkide zorlanır, mecburen yavaşlar. Orman içi kestirme yolu bilenler daha tren durmadan yokuşta inip binerlerdi. Düşündükçe yüreği pır pır ediyor. Eve koştu. İlkin ne yapacağını ne edeceğini bilemedi. Sevinci büyüdükçe büyüdü. Öyle bir sevinç ki kalbinin atışları dışarıdan duyuluyor. Güneş batıncaya kadar evi derleyip topladı. Ahırı, ocaklığı, sayvanı temizledi. Çamur karıp evin, bahçenin kerpiç duvarını sıvadı. Kazan kurdu, su ısıttı, çamaşırları, çarşafları yıkadı. Her tarafı temizledi. Akşama doğru yorgun güneş köyün üzerinden yavaşça çekilirken ışıkları yandaki büyük ormanda ağaçların üzerine serilmiş turuncu kadife gibi rüzgârla birlikte hafif hafif dalgalanıyordu.
Zaman yavaş akıyor. Gece boyunca sevinç ve heyecandan uyuyamadı. Sabırsızlıkla havanın aydınlanmasını bekledi. Yataktan kalktığında ilk horozlar ötüyordu. Karşı sokakta çınar altındaki çeşmeye vardı. Çeşme tenhaydı. Çeşme başında eksik olmayan kocaman kanatlı eşek arıları henüz gelmemişti. Bu sefer kovaları çalkalamadan iki kova su doldurup bir çırpıda avludaki isli bakır kazana boşalttı. Her zaman ağır gelen kovalar şimdi kuş gibi hafif. Meşeleri ocağa sürdü, kibriti çaldı. Duman, bahçe duvarından aşıp sokağa yayıldı. Tırabzanlara tutunmadan aceleyle yukarıya çıkarken tökezleyip düştü. Gün ışımaya yaklaştı. Sahanlıkta durup bir süre karşı dağların ardına; trenin geleceği yöne özlemle baktı. İçeriye girdi. Sedirin altından bir sandık çıkarıp kapağını açtı. İçinden en yeni elbiselerini çıkardı; lavanta kokuyorlardı. Su ısındı. Alt kattaki odanın eşiğine oturup soyundu, besmele çekti. Tasta ıslattığı killi çamuru başına sürdü. Kırık bir tarakla uzun saçlarını taradı, açtı. Tası kazana daldırıp su dökünürken bir yandan da neşeli bir türkü mırıldanıyordu. Sarı saçından pembe topuklarına kadar yıkanıp arındı. Giyindi, yazmasını bağladı. Yusuf gideli yedi yıldır giymeye kıyamadığı parlak iskarpinlerini çıkardı. Henüz uykudaki al yanaklı kızını öptü, koşarak merdivenlerden indi. Avluyu hızla geçip dışarı çıktı.
İçinde biriken ar duygusuyla utana sıkıla köyün dar sokaklarına attı kendini. Koca peşine istasyona mı gidilirmiş? Böyle çekingen düşüncelerle karanlık duvar diplerinden seğirtti. Vakit henüz erken… Bastırmayı başaramadığı heyecanla küçük bahçelerin önünden geçti. Bir süre tozlu köy yolundan ilerledi. Yılda iki-üç defa hayvan pazarı kurulan düzlüğe indi. İki köyü birbirine bağlayan yol kavşağına vardı. Dere üzerindeki köprü yerine yönünü kestirme yola; çalılık ve ormana vurdu. Sabah ayazı ıslak saçlarına vurunca alnını buz gibi yapıyordu. Köy yukarılarda kaldı. Dikenli büklerin ve sık çalılıkların arasından maharetle geçti. Taşlara basarak dereden karşıya ceylan gibi sekti. Hızını arttırdı. Gizli bir şey yapıyor hissiyle kalbi gümbürdemeye başladı. Sık ağaçlıklı ormanın kıyısına varınca koyu gölgelikte sırtını bir ağaca verip azıcık soluklandı. Orman sessiz ve serindi. Bir süre gözlerini budaklı bir dala dikti. Ancak aşk acısı çeken genç kızların sevdiğine duyduğu özleme benzer, içinde kıpırdayıp kanını kaynatan ve hatta ondan daha fazla vücudunun her zerresinin şiddetle arzuladığı bir özlemle Yusuf’u düşündü. Düşünürken sonradan hatırladıkça belki de utanacağı hayaller kurdu.
İstasyona vardığında kimsecikler yoktu. Bir tek istasyon şefinin civcivleriyle gezinen anaç tavuğu gıdaklıyor. Binanın köşesine sindi. Sırtını, güneş alan taş duvara yasladı. Hayalleri gibi uzayıp giden ve uzakta bir nokta gibi birleşip kaybolan raylara gözünü dikti, Yusuf’u bekledi. Yedi yıl oluyordu Yusuf gideli. Seferberlikten beri bir haber de haber alamamıştı. İki aylık hamileydi Yusuf’u giderken. Emin olmadığı için söylememişti. Şimdi kızı altı yaşına değdi. Görünce kim bilir ne çok sevinecek.
Civar köylerden, kasabadan insanlar istasyona aktı. Güneş tepeye dikildi. Öğleye doğru kalabalık çoğaldı, Hacer’in yüreğinde bir sevinç… Etrafta koşuşturan çocuklara havlayan köpekler eşlik etti. Ortalık bayram yerine döndü. Aniden bir sessizlik… Önce raylar bir garip vınladı. Ardından uzaktan dağların arasından tren sesi duyuldu. Çocuklar ve köpekler o yöne koştu. Yüreği hopladı Hacer’in, neredeyse yerinden fırlayacak. Tren büyük bir coşkuyla geldi. Kara dumanı savrulup istasyonun bir ucundan ötekine erişti. Mahşeri bir kalabalık trene aktı, oğul veren arı gibi treni sardı. Tren durmadan inenler, hemşerisini görüp camdan bağıranlar, havlayan köpekler, ağlayan analar, çocuklar… Bir kargaşa aldı yürüdü, büyüdü gözleri Hacer’in… Tüm vagonları, bütün camları hızlı ama tek tek taradı. Gözleri kalabalığa karışıp Yusuf’u aradı. Aniden arkasında annesi ve çocuklarıyla kucaklaşan Süleyman’ı gördü. Üstü başı perişandı. Yusuf’un yakın arkadaşı kan kardeşiydi Süleyman. Hacer’in kaygılı yüzünü görünce üzüntüyle seslendi. “Boşuna bekleme Hacer Bacım!”
Kâğıt gibi soldu Hacer’in yüzü. Kalbi yuvasından çıkacakmış gibi atmaya başladı. Yoksa Yusuf? Postalı yırtık pırtık Süleyman hem çocuklarına sarılıyor hem anlatıyordu. “Yusuf’u toplanma yerinde gördüm, iyiydi. Onun sevkiyatı yarın. Kafilesi yarınki trenle gelecek, sana da selam etti.”
Süleyman anlatırken Hacer’i ter bastı. Usulca gözlerini devirdi. Yüzündeki şaşkınlık bir anda meleklerden ödünç alınmış tatlı bir masumiyete dönüştü. Bir yandan da gözü trenin ucunda… Yarınki treni şimdiden bekliyor. Tren gitti. Hacer donup kaldı. Kalabalık üçer beşer kişilik guruplar halinde yavaş yavaş dağılıyordu. Kalabalığın peşinden köye doğru yola düştüğünde toprak yola damlayan gözyaşlarını kimse görmedi. Gölgesine baktı, birlikte uyumla yürüyorlardı. Aklında aynı anda birçok düşünce uçuştu. Tıpkı baharda hafif bir rüzgârda kavak ağaçlarından uçuşan pamukçuklar gibi zihnine yayıldı. Eve vardığında neşesi yerine geldi. Nasıl olsa yarın gelecekti Yusuf. “Ne yapmalı?” diye, düşünürken bir çırpıda oturup hamur yoğurdu, ocağa sürdü. Gaz ocağını aldı, çalkalayıp gazına baktı, kibriti çaldı. Tencereye azıcık kavurma koyup çevirdi, ocakta kaynayan suya bulguru saldı. Bulgurla et fıkır fıkır kaynadı. Köyün üstüne güzel bir ikindi iniyordu. Yemek ve yağ kokusu her tarafa yayıldı. Bütün gününü onun sevdiği yemekleri yapmakla geçirdi. Akşam olmak bilmedi. Akşam olunca da bir damla uyumadan sabahı etti.
Yataktan yorgun ve uykulu kalktı, giyinip kuşanırken horozlar ötüyordu. Yazmasını bağladı. Hiç kullanmadığı çiçek desenli muşamba sofrayı odanın ortasına açtı. Yusuf’a, kendisine ve kızına üç bakır sahan koydu. Yemekleri sahanlara doldurdu. Yanlarına üç parça somun ekmeği bölüştürdü. Taze yeşil soğanları ortaya attı. Kızılcık şerbetini taslara doldurup şimşir kaşıkları dizdi. Yusuf’u yoldan aç, yorgun gelecek ya. Geldiğinde sofrası hazır olmalı. Hayvanların yemini vermek için ahıra girdi, çıktığında her yanı zibil kokuyordu. Güleç yüzü ekşidi. Aldırmadı, içinde büyüyen mutlulukla yönünü kestirmeden istasyona verdi.
Huzurlu bir güneş doğuyor. Belli mi olur, belki de tren erken gelir. Adımlarını sıklaştırdı. Büklerin içinden kalabalık bir serçe sürüsü telaşla havalandı. Tek nefeste istasyona vardı. Tere batmış vücudu ürperdi. İstasyonda henüz kimsecikler yok. Gözü raylarda, aklı Yusuf’ta, kalbi mutluluk ve heyecan dolu öylece bekledi. Vakit geçti, güneş tepeye yükseldi. Hacer’in yüzü gergin. Tren gelmeye yakın kalabalık arttı, ortalık ana baba gününe döndü. Uzaktan trenin düdüğü duyulduğunda kalabalık sağa sola koşuşup hışımla perona akın etti. Tren istasyona vardığında Hacer’i heyecan sardı. Kalabalığın arasından güçlükle sıyrıldı. Ne kadar çabalasa da onu göremiyordu. Hemen trenin önüne koşup diğer tarafına geçti. Böylelikle daha koridorda onu görebilecekti. Şaşkın ela gözleri camları tek tek taradı. Yoktu. Tekrar öteki tarafa koştu. Kalabalıktaki her asker kıyafetliyi şöyle tutup çevirerek Yusuf’un yüzünü aradı; Yusuf yok. Trenin önüne arkasına koşturdu. İstasyon şefine sordu. Nereye koştu kime sorduysa kimse Yusuf’u görmemişti. Komşulara sordu, trenin içine girip kompartımanlara hızlıca baktı Yusuf yoktu. Sevinçli kalabalık ikişerli üçerli gruplar halinde imamesi kopmuş tespih tanesi gibi dağıldı. Civar köyden kasabadan gelenler kağnılarla yola düzüldü. Tren gitti. Etrafı şaşkın, kuşkulu ve korku dolu gözlerle inceleyen Hacer donup kaldı. Koyu bir sessizlik ortalığa çöktü. Ara sıra akasya ağacında yuvasındaki bir kumru ötüyor, bir de istasyon şefi Çerkez Arif’in kuluçkadan çıkmış civcivleri ortalıkta koşuşturup sinek kovalıyordu.
Sevkiyat tamamlandı, Yusuf dönmedi. Güleç yüzü soldu Hacer’in; bembeyazdı. Aklına doluşan düşüncelerden ürktü. Şimdi hüzün ve endişeyle karışık bir korku gelip gözlerine oturdu. Sol gözü birkaç defa seğirdi. Bütün bu olanlara tahammül edecek gücü kendisinde bulamadığı anlardan biriydi. Uzaktan bir köpek havlaması duyuldu. Hışımla kendini tozlu yola attı, gözlerinde iri iri yaşlar, Yusuf’un çeşme başındaki sesi kulaklarında… Gözleri büyüdü Hacer’in, nefesi kesildi. Alnı gerildi, kaşları çatıldı. Köprünün olduğu köy yoluna yöneldi. Gözleri kapandı. Sıkıntıdan bütün vücudu tere bulandı. Bir güvercin sürüsü mavi göğe yükseldi. Adımlarını yavaş yavaş atarak dalgın düşünceli yürüdü. Tozlu uzun yoldan köye doğru ilerledi. Köprünün üzerinde bir süre durup düşündü. İskarpinlerine baktı, tozlanmıştı. Umutsuzca köye girdi. Sokağa girip köşeyi döndüğünde karşı komşusu Emine kadın aniden koluna yapıştı. Emine kadın, muştulu bir haberi karnında bekletip büyütmekten yüzü kızarmış; neredeyse patlayacaktı. Yüzünde şeytani bir gülümseme… Önce “Gözün aydın!” diyecekti, vazgeçti.
“Kız kör olasıca! Nerelerde dolanıyon it eniği gibi!”
İçinden bir “Ya sabır” çekti Hacer. Söylemek istediği tam dilinin ucuna gelmiş halde etrafı inceleyen Hacer’in kızgın alnında oluşan kırışık bundan değildi.
“Senin herif geldi kız, görmedin mi?”
Aniden rengi değişti Hacer’in, yüreği güm güm vurmaya, göğsü körük gibi inip kalkmaya başladı. Şaşırdı. Sesi çatallaştı, kekeledi.
“Ne söylüyor dillerin? Doğru mu diyorsun Emine abla?”
“Vallahi kız! Bu gözlerimle gördüm. Sırtında heybesi aha demincek avlu kapısından içeri girdi.
“Alay etmiyon değil mi abla?”
“Kız Allah’ın adını verdim, koş eve koş!”
Koştu. Ahşap bahçe kapısı sonuna kadar açıktı. Heyecanlandı. Sevinçten gözlerinden yaşlar akıyordu. Avluyu koşarak geçti. Yüreği pır pır ederken tırabzana tutunmadan bir nefeste yukarıya çıktı. Kapıyı hışımla açtığında küçük kızı sofrada oturmuş elinde bir parça ekmek yiyordu. Eşikte durup heyecanla sağa sola bakındı başka da kimse yoktu. Nefes nefese tekrar aşağıya indi. Ahıra, sayvana, odunluğa ve ayakyoluna baktı. Yönünü köyün içine doğru verdi, bir nefeste koca çınarın altındaki çeşmeye vardı. Kimse yoktu. Tekrar istasyona koştu, kimseyi göremedi. Sırılsıklam terledi. Tekrar eve varıp yukarıya çıktığında küçük kızı korkmuş gözlerle bir garip bakıyordu.
“Bir adam geldi” dedi küçük kız. “Elinde heybesi uzun uzun baktı, sonra gitti. Ağlıyordu ana” der demez yüreği yarıldı Hacer’in. Şimdi ay ışığı vuran durgun suda hafif ipiltiler gibi gerçekle rüya birbirine karıştı. O an içinden sonsuza dek bir şeylerin koptuğunu hissetti. Kuş gibi çırpındı, duvardan duvara vurdu kendini. Çaresiz ne yapacağını bilemeden olduğu yere mecalsizce çöktü. Başını iki elinin arasına aldı, perişan haldeki gözlerinden sicim gibi yaşlar boşandı. İçini çekip hüngür hüngür ağlarken bir yandan da kendine kızıyordu. Nasıl unutur naif ruhlu Yusuf’un ince düşünceli ve gururlu olduğunu. Ama nereden bilecek Yusuf’un daha tren durmadan son vagondan atlayacağını, nereden bilecek orman içinden kestirmeden koşarak eve varacağını, nereden bilecek sofrada üç tabak ve küçük kızı görünce Hacer’in onu beklemeyip… Çekip gitmişti Yusuf, bir daha dönmemecesine…
Yıllar sonra kasabada çınar altında ahşap iskemlede oturmuş iki kişi keyifle kahve içip sohbet ediyordu. Heyecanlı genç, karşısında oturmuş yaşlı yazara ısrarla soruyordu. “Üstad, son kitabınızın ismi neden ‘Belki Döner?’ Niçin bu ismi verdiniz?”
“Ben değil” dedi yaşlı yazar bir eliyle gözlüğünü düzeltirken iç çekti. “Hacer koydu bu ismi. Yıllar evvel bu kasabaya taşınıp gündelikçilik yaparken tanıdım onu. Eve temizliğe gelirdi. Bir kızı var dünya güzeli. Yazar olduğumu öğrenince bir gün utana sıkıla demin sana anlattığım bu hikâyeyi yazmamı istedi. “Gün olur da Yusuf’um okuyunca ‘Belki Döner’ dedi.”