Küstah bir kâğıt parçası önüne süzülerek düştü. Beyaz bir not kâğıdına mürekkeple yazılmış fiyakalı bir el yazısı. “Yarın son günün olacak!” Gözlerini kırpıştırdı, bir daha okudu. Çalışma odasında yalnız, kimse yağmur indirir gibi tavandan not da düşüremez, pencereden süzülse kafasına düşemez. Bu işte bir terslik olmalı. Sağına soluna bakındı. Ne zaman olacağını merakla beklediği, hayır elbette beklemediği ama geleceğinden emin olduğu “O” mu geldi yani şimdi? Eski Türk filmlerinde öleceğini sanan sonra da tahlil sonuçlarının karıştırıldığını, aslında yaşayacağını anlayan kahramana özenir gibi bir daha baktı tavana. İkinci bir kâğıt inmedi! Hiç de öteki âlemlere pabuç bırakacak bir tip olmasa da yazı “İlçenizde su kesintisi olacaktır,” kesinliğinde üst perdeden emrediyor.
O; her geçen gün varlığını iyiden hatırlatan, her uykuya dalışında, otoyolda hızla giderken bir araçta, metro beklerken raylarda, mezarlıklardaki yapayalnız taşlarda, aklının kıyısında dolaşan istenmeyen misafir, ev sahibi demek daha mı doğru mu acaba, harflerden başını uzatıp “ce e” yapıyor! Zili çalmadı, kapıyı yumruklamadı; öyle kapıdan bacadan değil de tarz yaparak kâğıttan kayığıyla indi işte.
“İdrak etmekle ilgili derdim var, kesin!” Şimdiye kadar geçen dakikalar lehine işlemeye başladı bile. Saat tamı tamına 15.17. “Yarından kastı tam yirmi dört saat mi yoksa sabaha kadar mı sürem?” Kafasına vurdu iki parmağıyla. “Küçük hesapların insanı oldun hep!”
Bir sigara yaktı. Artık olası zararlarını düşünmeye gerek yok bu durumda. Evi aklından kolaçan etti, yataklar derli toplu, kalan bulaşık, bekleyen ütü yok. Çamaşır makinası da boş. “İyi ki hafta sonu temizlik yaptım, oğlanın yedek okul tişörtleri askıda. Ya çekmece içleri! Eyvah, karman çorman tabi.” Çırılçıplak yakalanmış gibi! “Ya hayatım? Bunun derdine düşeceğine, eve dolacakların yargılarını mı dert ediyorsun? Öl ki zaten o halde!” Rezil olma korkusu gibisi yok. Bol acılı Meksika biberi. Başkaları… Bitiyor işte, hatta bitti sayılır. Bunlarla oyalanacak ne aklı ne zamanı kaldı. “Yok olacağım, hiç yaşamamışçasına, yok! Var’ın zıttı. Var oldum mu ki?” Sezen Aksu’nun şarkısını mırıldandı zihni, bu kez kişileri değiştirmek gerekir elbette. “Bana ne, banane, banane, onu al, onu al beni alma!” Kendinden utandı.
Çocukluk arkadaşı Tonguç evlerinin balkonundan bahçe çitlerine karın üstü düşüp, ölmüştü. Gırtlak kanseri olduğu için kısık sesi anca duyulan annesinin feryatları mahallenin tüm evlerine, o çitlere sinip kalmıştı. Kırk yıl öncesi. Hala o sokaklardan geçse ağlar uğultusu. Şaşkınlıktan ağlamayı becerememişlerdi başta. Cenaze evindeki yaşadığına utanan çocukluktan, defnedilecek hale gelen elli yıllık zaman ne de çabuk geçti. “Ya Tonguç? Onun canı yok mu? Küçücük arkadaşım ilk hamlede tükettin can hakkını…” O zamana kadar ölüm kara bir duyumdu, çocukların aralarında ağızlarını büze büze, gözlerini koca koca açarak anlattığı. Ölüm; elinde kocaman mızraklı, siyah cüppeli, nursuz, dişleri dökülmüş, bin yaşlarında yapışkan bir ihtiyardı. Sonra Tonguç’un annesinin acıyla gürül gürül kanayan sesine dönüştü. Ama yine de bir şekilde başkasınındı.
Camın önüne dizdiği sardunya saksılarına baktı; pembeli, morlu, turunculu, inadına çiçek açmış hepsi. “Ne demek inadına? Sen öldün diye dünya mı duracak! Ne kolay pes ediyorum. Ne yapacaktın? Don Kişotçuluk mu oynayacaksın? Hem bak, seni çiçekle uğurluyorlar…”
Orta üçteydi, okuldan eve girerken kapının önünde arkalarına basılmış bir dolu kadın ayakkabısı. Uğursuzluk emaresi. Everecek yaşta kız olmadığına göre, kötüye delalet. Salonda Yasin duası okunuyor. Neredeyse tüm mahalle eve dolmuş, annesi “Ciğer anam!” diye ağlıyor. Ananesi halının üzerine serilen döşeğe yatırılmış. Yüzünde, zarif kalkık burnunun çıkıntısıyla yükselmiş beyaz tülbendi, üstünde kenarlarına kanaviçe işlediği sarı pike örtü… Ellerini tutmasına, sarılmasına izin vermeyen, o her şeyi bilen, sözüm ona görmüş geçirmiş kadınların topuna feci kızmış, içine büzülmüş halde ağlamıştı. Ailedeki ilk ölüm; apartman kapısına bırakılan bir çift anane ayakkabısıyla, ondan kalan giysilere “hatıra” adı altında akbaba gibi üşüşen kadınlarla zuhur etmişti. Ölüm; doymak bilmeyen insanlara tencere tencere pişen tavuklu nohutlu pilav, yarım kalmış dantel örgüler, boşa çıkan oksijen tüpü ve irmik helvası formunda vücut bulmuştu o günden sonra.
Tanıdığı, tanımayıp duyduğu veya okuduğu her ölümde o tahayyül daha da somutlaştı. Kiminde trafik kazası, kanser, alzheimer, kiminde bir kutu ilaç. Ya da deprem, yangın, kalın urgan sayesinde iyice tanıttı kendini. Faili meçhul cinayetlerle, bombalarla patlatılan yaşamları, eğlence mekânlarında kanı bozuk piçler tarafından boynu koyun boğazlar gibi kesilen şarkıcıları düşündü. Altı yaşında bir çocuk okul tuvaletinde ellerini yıkarken, lavabo yere düşmüş, kopan parçalar şahdamarına isabet etmişti! Çünkü başka piçler o laneti, o duvara piççe monte etmişlerdi. Ya tecavüze uğramaları yetmezmiş gibi vücutları testereyle parçalara ayrılan, yakılan, olmadı yüksek yüksek apartmanlardan atılan genç kızlar! “Bir işe yarasın varlığım diye son dakika Şahsiyet dizisindeki Agâh Bey gibi bunların intikamını da alamam!” Gerçekten de sıralı ve temiz ölüm denilen cinsten son bile bir lütuftu.
“Bugün ayın kaçı? 06.06.2022. Haziranda ölmek zor! Fena yaşadım diyemezsin.”
– Niye bu kadar kolay vazgeçiyorum?
-Çünkü tırnaklarını geçirsen de her şey çok anlamsız.
-Anlam aramak ne kadar mantıklı peki?
-Doğru söylüyorsun.
-Mutlu yaşadım mı?
-Evet… Âşık oldun…
-Niye mutluluk arıyorsun ki? Aksi olsa borçlu mu olacak hayat sana? Tahsilatı da yok.
-Peki, onu da aramayacağım.
“Kızımı arasam görüntülü konuşsak son kez, yoğundur da şimdi. Söylesem mi ki? İlkokula başladığı hafta okul servisine binene kadar el ele beklediğimiz, yeni çıkan faredişlerine takıldığım günler daha dün gibi!”
Aklına umutları tüketecek kadar hastalıkları ilerlemiş, öleceğini bilen yazarlar, şairler geldi. Oğuz Atay, Ali Teoman, Didem Madak. “Söz uçtu, yazı kaldı. Ya benden geriye ne kalacak? Ya ben kim oldum? Benim yüzümü bilen en son kişi yeryüzünden silininceye kadar ben de unutulmuş olmuyormuşum.”
İnsanların binlerce yıl boyunca unutula geldiğini, dünyanın düzeninde yok olan milyarlarca yaşamın bir tüy tanesi kadar etkisinin kalmadığını kanıksadığından, unutulmamak fikri hep iddialı gelir ona.
“Yok, mümkünü yok söyleyemem ki onlara. Akşam okuldan, işten geldikleri gibi televizyonu açtırmam, ders mers de çalışmasın oğlan. Son akşam yemeğimizi yeriz! Yemek? Ne kadar da basitim. Derdim bu mu? Yıkansam? Zaten yıkayacaklar! Baksam, yüzlerini nakşetsem içime. Okuyamadığım ne çok kitap vardı… Kütüphanemi ne yaparlar? Helallik almam gereken birileri var mı?” Saat 17.00 oldu bile. Hala aynı masada, mıhlanmış gibi kâğıda bakıyor. “Ablam… Can ablam… Allahtan kar kış değil, yol sıkıntı yaratmaz. İlkbaharda doğdum, yaz başında batacağım.”
-Kim çenemi bağlayacak?
-Ne meraklısın, ne önemi var?
“Annemin adının yazıldığı mermer. Kucağına bırakın beni.” İçi ısındı.
-Ölüm raporumda adımı okusam basar mı aklım bittiğine?
-…
“Aradığın melankolide kaybol böyle işte, oh hazır da malzemen!”
Üç yaşındayken kafa üstü yere kapaklanan oğlu gözleri dolu halde, ağlamamak için dudağını ısırarak sormuştu. Çenesi titreye titreye kendi duygularını tanımlamaya muhtaç halde. “Acıdı mı?” Acıdı derse ağlayacak, acımadı derse hiçbir şey olmamış gibi devam edecekti oyununa. “Tabi ki acımadı aşkım.” Sımsıkı sarılmışlardı. “Yine öyle diyebilseydim keşke.”
“Benden sonra…” Gözlerini kapadı. Yedi yaşlarında. Karnesi pekiyi gelmiş, hediyeyi hak etti. Annesi ponpon kuyruğu olan yumuşacık bir eşeği başucuna bırakmıştı. Sabah uyandığında yastığında bir çift kapkara güzel göz, tüm ömre sığacak bir mutluluktu içini ışıldatan.
Kül tablası doldu, boşalmadı.
-Ya doğumevine giderken saçlarına fön çektirip, boyalı makyajlı poz veren lohusa kadınlar?
-Doğum doğumdur, ölüm de ölüm… ‘Mış’ gibi yapamazsın!
-Her bitiş bir seremoniyi hak etmez mi?
-Bu soruda “hak etmek” sözünü seçmen manidar! Beni bulaştırma bilindışına.
Darağacına giderken Deniz Gezmiş son isteği olarak Rodrigo’nun gitar konçertosunun çalınmasını istemişti. “Kendini de kahraman yaptın ya! Pes vallahi. Benim hayatıma hangi şarkı yakışır?”
Sessizlik sinir bozucu. Evden ölü çıkmış gibi! Aynaya baktı. Yüzünde, yaşayamayacağı yılların ekleyemeyeceği ek kırışıklıkları hayal etti.
-Yakışıklı ölüm? Ey şimdiye kadar kafa patlattığım onca işe yarayan, yaramayan bilumum bilgi, az akıl verin ne olur!
-Çok saçma!
Bacaklarına, saçlarına dokundu ürpererek, ellerinin damarlarına baktı, canlı, morumsu, şişkin, oksijenli kırmızı sıvıyı taşıyan… Kan kalbe küstü musluğu tıkadı… Tık…”
Çocukluğunu geçirdiği evin odalarını adım adım gezdi zihninde. Sokak kapısından girince kapının arkasında portmanto, karşıda salon. Solda iki oda, banyo. Koridor sonu mutfak… Tüm ailenin, Allah’ın başka günü yokmuşçasına aynı gün, pazar günü banyo yaptığı, çamaşırların yıkandığı, ıslak telaşlı boğucu pazarlar daha dün gibi. Üçkardeş paylaştıkları, bir göz oda dünyalar kadar büyüktü o zamanlar. Her ayın on beşinde maaş alan anne babası mutfağa kapanır, şuna bu kadar buna bu kadar diye borçları denkleştirirdi. Salondaki köşe koltuğunun arkasına oyun bahanesiyle saklanıp oracıkta uyuya kalmıştı. Meraktan çatlayan ailenin telaşesine uyanınca, korkusundan çıkamadığı o köşede nasıl büzüldüyse aynı şekilde tünemiş gibi kaldı sandalyede. Ağlama efektiyle kendini affettirir sanmıştı ancak paçayı kurtaramamıştı.
Bir kitapta vardı. Eski çağlarda doğum anı yaklaşan kadınlar, döl yatağında yol alan bebek rahatlıkla dışarı çıksın diye kaka yaparmış gibi toprağa otururmuş. O da evin salonunda, bir eliyle yemek masasının ayağını tutup uzun süre nefes alıp vermişti, o kadar prova nedeniyle ayaklarına düşecekti neredeyse kızı hastane yolunda. Bir hamlede hayata fışkıran kızı, hep kıpır kıpır, capcanlı, yaşamı tırnaklar gibi yapışmıştı memesine. “Bu dünyaya tutunacağım diyen kızından ders alsana hadi…” Onun eşeğininki kadar iri, güzel, kara gözlerine ilk anda âşık olmuştu. “Can aktarmak, ölüme inat gürül gürül çoğaltmak…”
Hiç de söylendiği gibi film şeridi gibi değil de, an an çağrışım yapan ışıldamalarla dolu halde ayağa kalktı. Pencereden sokağı izledi. Tatlı bir öğleden sonra havası. Sokakta yiyecek veya okşayacak el arayan kediler… Derin derin içine çekti masmavi havayı. “Gökyüzü sitemli mi? Yooo, umurunda bile değil!” Çam ağacının parlayan yeşili, fırından taşan ekmek kokusu… Tüm bunları duyamamak, görememek, koklayamamak. Kışlık için istiflediği domates konservesini, sırtına yapışıp kalacak çocuklarının bakışını, sevdiceğini düşündü. Apartmanın önüne bu kez onun için bırakılacak ayakkabısı -acaba hangisini koyarlar-, hayalleri, mis gibi kahve kokusunu, yarım bıraktığı romanları, izleme listesindeki filmleri…
Pencerenin pervazına uzanan eli, sakince okşadı sardunyaları. Pıtrak gibi çoğalan pembe çiçeklerinden yaşam enerjisi almak istedi. Şarkısını hazır duruyor orada.
Ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
Ah kaldırımlar biliyor, bi devir muhteşemdik
Güz güneşinden hüzünlü, ilkyazdan şendik
Hem utangaç hem hevesli mektepli sevgililerdik
Pek kırılgan, pek acemi bir söyler, bin gülerdik