İnsan, kalabalıkların içinden geçerken aslında kendi içinin ıssızlığıyla yürür. Ruh, zamanın kapılarında titreyen bir gölge gibi, hem sığınak hem çıkış arar. Kimi gün kelimelerimiz küflenir, kimi gün duygularımız kapı tokmağına asılı bir hüzün gibi ses vermeden sallanır; ama içimizde hep aynı arayış sürer: huzurun kendine mahsus, sessiz ve derin nefesi. Bu nefes dış dünyanın gürültüsüne değil, insanın kendi çölünde yankılanan bir iç çağrıya aittir. Ve bu çağrıya yaklaşmanın üç kadim menzili vardır: dua, tevekkül ve teslimiyet.
Dua, ruhun görünmeyene uzattığı en yalın eldir. Kederin rutubetli satırlarında, kırık cümlelerin gölgesinde bile insanın içini aralayan bir arınma kapısıdır. İçimizde biriken yasak harfler, küflenmiş duygular, elemli bezlere sarılı ameller; hepsi duanın avuçlarında yumuşar. Söz tükendiğinde kalbin fısıltıları başlar; yürek, içindeki göçebe acıları Yaradan’ın huzuruna bırakır. Dua, karanlıkta bir mum yakmak gibidir: ışığı küçüktür ama gölgeyi geri çeker. Ve insan en savunmasız hâliyle kendi sınırlarını kabul ederek büyük bir kudrete bağlandığında, ruhun kanatlarında yıllardır taşıdığı kırıklar hafifçe iyileşir.
Tevekkül, insanın hayata tutunma biçimini dönüştüren ince bir iç devrimdir. Her ihtimali kontrol etmek isteyen yorgun akıl, sonunda öğrenir ki kaderin kapıları zorlandıkça içimizdeki fırtınalar daha çok azgınlaşır. Oysa tevekkül ehli bir kalp bilir: insanın planıyla hayatın hazırlığı arasında görünmez bir perde vardır; bu perdeyi zorlamak ruhu tüketir, güvenmek ise ruhu büyütür. İnsan elinden geleni yaptıktan sonra sonucu olgunlukla kabullendiğinde, kasvetli bulutlar bir anlığına dağılır. Tıpkı rüzgârın fırtınayla flört ettiği o anda bile gökkuşağının bir yerlerde nefes alabilmesi gibi… Tevekkül, edilgen bekleyiş değil; kalbin yüklerden arınarak yeniden nefes almasıdır.
Teslimiyet ise insanın en derin kırılmalarından doğan en yüksek farkındalıktır. Ruh, direndikçe kanar; bıraktıkça şifalanır. Kontrol edemediği yükleri omuzundan indiren insan, kendi varlığının hakikatine yaklaşır. Teslim olan kalp, artık tehdit algısıyla değil, güven duygusuyla yaşar. Sökük anılar, göçebe hüzünler, kırık kaburgaların içe çöken acısı… Hepsi hayatın büyük ritmine karışarak anlamını bulur. Çünkü teslimiyet, insanın kendi nehrini ilahi denize bırakmasıdır; akıntıya direnmeyip akışa katıldığında, gerçek huzur nihayet kalpte filiz verir.
Fakat yol burada bitmez; çünkü insan sadece ışığın değil, gölgesinin de çocuğudur. İçimizde zaman zaman zehirli bir kasvet birikir; peltekleşen dilimizden dökülen kırık kelimeler, öksüz yarınların titreyişi, hüzün nöbetlerinde nöbet geçiren satırlar… Bazen acı, omzumuza konan bir karga gibi karanlık haberler taşır. Bazen umut, halay başı çeker; bazen sensizlik, kronolojik bir uğultu ile ruhun duvarlarında yankılanır. Ve insan, bütün bu gölgelerin altında kendine itiraf eder: “Sevgide haddimi aştım; bu, gönlün işlediği en eski suçtur.”
Ne var ki tasavvufun diliyle: her yara, hakikate açılan bir menzildir. Kalbin kırıldığı yer, ışığın içeri sızdığı noktadır. Toprak gibi sessiz kaldığımız anlarda bile göğe doğru yükselen gizli bir feryadımız vardır; işte o ses, ruhun hakikate en yakın olduğu andır. İnsan, acının kılavuzluğunda yürürken bile fark etmeden kendi iç âlemine yaklaşır. Çünkü bazı kelimeler sahibine değemeden ölür; bazıları ise kaderin koynunda yeni bir doğuma gebe kalır.
İçimizin bu hüzünlü izdüşümleri, aslında içsel dönüşümün en kıymetli tohumlarıdır. Dua kapıyı aralar; tevekkül adım attırır; teslimiyet ise insanı kendi hakikatinin iç bahçesine götürür. Ve o bahçede, gökkuşağı üşüse de, bulutlar tedirgin dolaşsa da, insan bilir ki huzur dışarıdan gelen bir misafir değildir.
Huzur, insanın içindeki fırtına dindiğinde açan sessiz bir çiçektir.
Ve o çiçek, ancak insan Yaradan’a teslim olup kendi gölgesini kabul ettiğinde kök salar.
Sonunda insan kalbinin defterine şu hakikati yazar:
“Ben adı olmayan bir hikâyeyim; ama huzur, ben içime döndüğümde adını bulur.”
Paylaşarak destek olabilirsiniz!