Elimdeki yara izine gözüm takıldı ve babamı hatırladım. İki gün önce ben mutfakta yemek yaparken, içeride bakıcısıyla oynayan oğlum Atıf Yunus dede diye hecelemişti. Kulağıma basan ateş, elimdeki bıçak derime inceden kayıvermişti. Baş ve işaret parmağımın arasına. Kan taşmıştı elimden, hiç beklemediğim kadar çok kan. Dolaylı bile olsa, babamın adı ne zaman geçse, üzüntünün kalbime inceden kaydığı ve beklenmedik göz yaşlarına boğulduğum o anlar gibi. Demek ki bıçak ve üzüntü aynı keskinlikte delip geçiyor insanı…
Ben Serra. Babamın ilk kızıyım. Benden sonra doğan diğer üç kardeşimle göz ağrısı olma mertebesi biraz daha sarsılan en büyük kardeş. Geç evlendim. Çünkü yıllarım babama benzemeyen birini arayarak geçti. Erkek arkadaşlarımın en ufak asabiyetinde, bir tutam ihmalkarlığında, bir doz vurdumduymazlığında babamı hatırlıyor ve onlardan hızla uzaklaşıyordum. Yolları ayırma vaktimizin geldiğini boğazıma takılan yumru ve yutkunma sıklığından anlıyordum. Yutkunmak eşittir artık burada kalacak güvenim kalmadı demekti benim için. Dürüst olup, “Çünkü babamı anımsatıyorsun,” demek isterdim ama onlara karşı buz kesmiş olduğumdan, böyle bir samimiyeti inşa etmek içimden gelmiyordu.
Tüm bu gönül maceram içinde, toplumsal baskının damarlarımda akan kana işlemesinden ve vicdanın anne sütünden gelmişçesine ahlak anlayışımı semirmesinden dolayı, babamla yıllarca iyi geçindim. O; annem, kız kardeşim Rüya ve beni şiddetli geçimsizlik sebebiyle bıraktığında sekiz yaşındaydım. Rüya’nın sanki bir tek o terk edilmişçesine acıyı bir sünger gibi çekişi ve annemin ölümüne dek yatışmayan öfkesi sebebiyle, olayın bende bıraktığı burukluğu içimde yıllarca taşırmadan taşımak zorunda kaldım. Babam “En büyükleri sensin, kardeşlerine sahip çık,” dedikçe herkesle eşit derecede ilgileniyor ve enerjimin çoğunu onlar için harcıyordum. Hepimizi tek bir annede birleştirmek ister gibiydim. Babamın bu görevi verişinin altında bana olan sevgisi de yatıyor muydu, ne yazık ki bunu bilmek hala zor.
Kardeşlerim adına geliştirdiğim sorumluluk duygusu bir yana, diğer yandan da babamın evliliklerinde tutunamayışına hoşgörü geliştirmeye çalışıyor, erkek kardeşimiz Dinç’in annesinin, en küçük kız kardeşimiz Neşe’nin annesinin ve bizim annemizin de hataları olduğunu kendime bir saat işleyişinde, istikrarla hatırlatıyordum. Aileyi benimsemek için geliştirdiğim bir iç sesti bu.
Geliştirdiğimiz tüm savunmaların çöküşü ve ortak kabusun başlayışı, babamın ellisinden sonra geçirdiği kalp ameliyatından sonra bütün kardeşleri bir araya getirmek istemesi oldu. Yıllardır aynı çatı altına girmemiş dört kardeşin bir araya gelmesinin felaket bir fikir olduğunu bilmeme rağmen ona destek olup, en başta acı eşiği çok düşük ve babamla arası hepimizden daha bozuk Rüya’yı ikna etmeye çalışıyordum.
Herkes bedenen ikna olmuş, ruhen kaçmak üzere bir araya geldiğinde kabak benim başıma patladı. Bütün çocukluğu boyunca kirli çamaşırlarının üstünü örttüğüm Dinç’in bana yönelen hırçınlığına ve Neşe’nin tüm şımarıklığına rağmen babam herkesin yanında bana patladı.
En büyük kardeşsen her zaman her şey sana patlıyor. Babanın baba oluşunun hikayesi sende başladığı için bir milat çizgisi taşıyormuşsun gibi, her daim sen göze batıyorsun. Babamın kendi korkularını, paniğini, annelerimize kırgınlığını veya mahcubiyetini gizlediği öfkesinin hedefi bu kez de ben olmuştum ve kocam beni koruyarak, babamı o andan itibaren reddettiğimizi bedenleştirmişti. Bunu onu kapı eşiğinde iterek yaptı.
O büyük ve yaşlarımıza hiç yakışmayan ruh örseleyici kavganın ardından ne babamla ne kardeşlerimle hiç görüşmedim.
Bunları düşünürken geçmişe öyle bir dalmışım ki, gözüm elimdeki yara izine takılınca kendime geldim ve çalan telefonu duydum. Kocam Atıf, bir iş seyahatindeydi ve muhtemelen şuan toplantıdaydı. Kimdi ki bu saatte arayan?
…
Göztepe’deki muayeneden çıkalı 10 dakika ya oldu ya olmadı, hala dolmuş bekliyorum. Hava buz, ellerim üşüyor. Parmaklarımın kenarlarında oluşmuş siğillerin nedeni bir türlü bulunamıyor. Babamın kıdemli dostu Yaşar Bey’in muayenehanesine gittim. Babamın bundan haberi yok. Yaşar Bey’e de söylememesini tembih ettim. Babamın seçimlerinle kurduğum meraklı bağın ve ona duyduğum gizli takdirin dile gelmesinden, görünür olmasından asla haz etmiyorum. Bu yüzden sessiz anlayışlar ve anlaşmalardan yanayım.
Parmaklarımdaki siğiller ilk kez, ben henüz altı yaşındayken babamın evi terkettiği zaman çıkmıştı. Hayal meyal hatırlıyorum onları kapı komşumuz Ayten Teyze’ye gösterişimizi ve onun beni üfleyip okuduğunu. Her sabah uyanınca nefesi işe yaradı mı diye ilk iş parmaklarıma bakıyordum ve siğillerin daha da irileştiğini gördükçe insandan gelecek yardıma olan inancımı iyice köreltiyordum.
Siğillerimi fark ettiğim o anı çok iyi hatırlıyorum. Babamın kapıyı çarpıp çıktığını ve annemin arkasından “defol” diye bağırdığını duyduğumda odamızdaydım. Ablam o pazar babaanneme gitmişti ve ben yalnızdım. Yatağımda büzüşmüş, dizlerimi iyice karnıma çekmiş ve bacaklarıma sıkı sıkı sarılmıştım. Bir nevi kendimi kucaklama olan bu hareketimle bir yandan hafif hafif sallanırken, bir yandan da ağlamaya başlamıştım. İçeride annem de ağladığı için yanına gidemiyordum. Biraz toparlanıp, göz yaşlarımı silmek için ellerimi gözlerime götürdüğümde ellerimde bir kabartı hissetmiş ve parmağımdaki siğilleri fark etmiştim. Gözlerimin buğusu geçip, görüntüm netleştiğinde siğillerin sayısı beni dehşete düşürmüştü. Annem hala ağlıyordu. Bu yüzden bir türlü gidip gösteremedim.
Babam beklenmedik kalp ameliyatının ardından biz dört kardeşi bir araya topladığında kendimi hepsinin içinde o kadar zavallı hissediyordum ki… ne öncesinde, ne sonrasında gecelerce gözüme uyku girmedi, unutmaya çalıştığım geçmiş hafızamı baştan canlandırmıştı. Kendime güvenim gelene dek kaç kez yıkıldım bilmiyorum. Babam beni hayatında bir kez bile sevdi mi, hele bunu hiç bilmiyorum.
Ben Rüya, çatısız ailemizde ne ablam kadar söz sahibiydim, ne de erkek kardeşim veya küçük kız kardeşim kadar seviliyordum. Biraz görünmezdim hatta.
Kırklarıma doğru babamla ilişkisizliğimi hiç önemsemeyen bir Almanla evlendim. Size geçmişinizi hatırlatmayacak birine tutunmak çok önemli. Buna derinden inanıyordum. Bu yüzden kocam Rene’ye, o gece babamın evinde kopan kavgadan bile söz etmedim. Böylece babamı da, tüm o ekşi olayları da içimde bir yerlere gömebildim.
Daha doğrusu gömdüğünü sandım. Bugün evde bir kitabı ararken, onun kucağında oturduğum yegane anın bir fotoğrafını tesadüfen bulunca, aniden öyle bir ağlamaya başladım ki…Kendime şaşırıp kaldım. Birbirine karışan göze kaçmış kitap tozu ile göz yaşlarımı dirseğimle hızlıca sildim ve o an parmağımda boy göstermiş birkaç ufak siğil gözüme çarptı. Aradan geçmiş otuz küsur yıl… Benim parmaklarımda yine aynı siğiller…
Hiçbir zaman yanımda olmamış bir adamın gidişi beni nasıl bu kadar yıkabiliyor bilmiyor, babasız geçmiş çocukluğumdan ötürü pişman oluyor ama geçmişimden kaçamıyorum.
Telefonu elime alıp, uzun süredir küs olmamıza rağmen onu arayıp bas bas bağırasım var. Bu kontrolsüz dürtü aklıma Neşe’yi getiriyor. Nedense babama olan kızgınlığım birtek onun yanında yatışırdı eskiden. Artık arayamam onu. Çünkü ablam o kavgada en çok ona kızdı. Onun duygularını hiçe saymak olacaksa, bu ilişkiyi kurmamalıyım.
Yine de yan odaya geçip, telefonuma bakıyorum bir umut. Keşke o arasa beni. O zaman konuşurduk ne güzel. Üstelik ablamdan da saklardım. Ama hayat işte, ne arayan var ne de soran.
…
Derimde tuhaf bir kalınlaşma var. Geçen hafta Selin ve ben çok aşık olarak çıktığımız birliktelik yolunda tökezledik ve nişan attık. Bu kez oldu sanmıştım ama iyi bir ilişki kuramıyor oluşumun laneti hala üzerimde.
Yüzüğü çıkarırken elim elime dokundu, şaşırıp kaldım. Çok kalın bir el derisi. Akşam eve varınca merakla aynanın karşısına geçtim ve bedenimi incelemeye başladım. Derimin kalınlaştığından emindim. Önceleri diz kapaklarım böyle değildi, adeta birer kayaya dönüşmüşler. Parmak uçlarım böyle değildi, sokakta bir kediye dokunmuştum, şüphesiz rahatsız olduğunu hissettim.
Derimin tuhaf bir şekilde kalınlaştığını çevremdekilere söyleme cesaretim olmadığı için bir tek babamla paylaşabildim. Babam sağlık konularında çok titiz olduğu için buna çözümü ve ilgisi hızlı olurdu. Ayrı annelerden üç kız kardeşim olduğu için, babamın aklında ne kadar yerim var, beni ne kadar seviyor bilmiyorum. Zaten babam tarafından sevilme miktarımı çok önemsemiyorum…Ama ben onu seviyorum ve onunla geçirdiğim zamanı önemsiyorum. Babamın ise bana düşkün olduğunu söylemek mümkün. Benim işim, benim evim, benim sağlığım… Günlük mesaisi içindeyim.
Aslında her şeyimi onunla konuşmama kararı almıştım. Çünkü hiçbir zaman gerçek anlamda beni avutucu şeyler söylemiyor ve evhamlı tutumu beni panikletiyor. Ama o kadar alışmışım ki onun rötarlı anlayışıyla rahatlamaya… Yokluğunu hissetmek, babasızlıkmış gibi karanlık bir kuyuda hissettirdiğinden, en ufak, en gereksiz detayı bile anlatırken buluyorum kendimi…
”Baba derimde tuhaf bir kalınlaşma var.” da bunlardan biri.
Babam hemen İstanbul’da yaşayan doktor arkadaşını arıyor. Ankara’dan doktor ismi alacak. Yaşar Amca’nın ne dediğini bilmiyorum ama babam telefonun bir ucunda kahkahalar atmaya başlıyor. Babam telefonu kapatınca “Oğlum’’ diyor, “Deri kalınlaşması diye bir şey olmaz.”
“Benim meşhur evhamım genetik mi ne? Dillere düştük bak. Vazgeç bu sağlık takıntılarından.”
Adım Dinç. Vazgeçmiyorum ama babama vazgeçmiş gibi yapıyorum. Bir akşam bira içerken yakın bir arkadaşıma “Geçenlerde derimin kalınlaşmaya başladığını fark ettim Halil. Artık eskisi gibi delip geçemiyor hiçbir şey beni.” diye afili bir açıklama yapıyorum ve olayı bu şekilde, oldukça şiirsel ama mutlak doğruluğuna kendimi inandırdığım bir ifadeyle yorumlayarak değiştiriyorum. Derim duygularımı örtüyor, ben kalınlaşmış derimi örtüyorum.
Derimle birlikte kendime güvenmediğim tüm yanlarımı; babamı kız kardeşlerimle paylaşmaya duyduğum isteksizliği, dizginleyemediğim hırçınlığımı, tahammülsüzlüğümü, çok sevip aniden soğuma hallerimi örtüyorum. Bildiklerimle, bilmediklerimle, en çok da bilmek istemediklerimle kendimi örtüyorum. Ben ailedeki tek erkek çocuğuyum. Babama kız kardeşlerimin bakamadığı yerden bakan, ancak kız kardeşlerimin birleşebilme gücünden yoksun, şefkatten muzdarip, duygulardan yana grip, aşktan veba, aynalara düşman bir insan evladıyım.
Ben dünyaya gelme sıralamasında üçüncü kardeş, sahip olduğu mavi kimlikle sürüden kovulan, çemberden dışlanan ama derisi en kalın olanıyım.
Bir elim kalınlaşmış ense derimde, diğer elimle telefonu alıyorum ve Serra ile Rüya’nın numarasını telefondan siliyorum. Neşe’nin numarası bende zaten hiç olmamış.
….
Derimin altında bir kaşıntı var. Kendimi ne zaman yalnız hissetsem derimin altı kaşınmaya başlıyor ve üstünü kaşımak hiçbir işe yaramıyor. Erkek arkadaşım Demir’den ayrıldığım şu günlerde kendimi çok yalnız hissediyorum. İlişkilerle ilgili kendime güvensizliğim zirveye ulaşmış durumda. Ben mi sevemiyorum, yeterince sevilemiyor muyum sorgulamaları içindeyim. Nihayetinde babasız büyümüş bir kızım. Babam beni seviyor, bunu biliyorum ama bu babasız büyümemin lekesini silmiyor.
Lekem benek benek. Ruhum gibi oluk oluk. Bu yaşıma mutluluk ve mutsuzluk arası girdi çıktılarla geldim. Doğumuma dek olan sürecin karmaşasını taşımak bir kalp kamburluğu yarattığından, kimlik sorulan tüm ilişkilerde geçmişimin ağırlığı altında ezildim. İnsan kendi ağırlığı altında ezilir mi? Ben bu konuda uzmanım.
Derimin altı inceden inceden kaşınmaya devam ediyor. Anlamıyorum nesi var?
Babası tarafından hiç okşanmamış oluşunun arabeskliği içinde sanki, sızım sızım.
Ne iki ablamın, ne de abimin benimle alakası yok. Sanki herkes bana mahcup hissetmenin utancı içinde hayatımdan elini eteğini çekmiş. Ben, çekilen el eteklerin ferahlığıyla kendi hayatımı olabildiğine özgürce dokurken, madalyonun öbür tarafı olan terk edilmişlik duygumun sertliğiyle zihnen hep onlarla kaldım.
Bir gün bile geçmiyor ki aklıma gelmesinler… Bu hatırlama hali bana kimden miras?
Geri alınmasını talep ve rica etmek isterdim. Tüm manevi mirasların etkisinden kurtulabileceğimiz bir dünyaya doğmuş olsaydık keşke. O zaman benden büyük iki ablamın ve abimin “Ne gerek vardı şimdi bu çocuğa,” bakışlarının beni bir radar gibi soyup, savunmasız bırakışını kapıda bırakıp girerdim evime… ve diğer tüm evlere… Senin evine, onun evine, dünya evine. Adım, Neşe. Öyle olmam umulmuş.
Babamın kalp ameliyatından sonra toplandığımızda büyük bir kavga koptu biz kardeşler arasında. Serra, Rüya, Dinç ve ben. Yıllarca babamı yarım yamalak bölüşmek zorunda kalmışlığımızın tüm hıncı taştı bardaktan. Kimin payına daha çok babam düştü hesaplamaları içinde adeta itip kaktık birbirimizi… Ama gazetelerin üçüncü sayfa manşetleri için yine de naif kaldık.
Ben şahsen babamın beni sevdiğini hep hissettim ama ona arkamı yaslayacak zaman ve koşullara hiçbir zaman sahip olamadım. Babamın öncelik sırasında sonuncu sıradaydım. Sıramla derdim yoktu ama sevgi bunca bırakılmışlığı ve ihmal edilmeyi nasıl kapsar, işte bunu hiç bilemedim.
Hafızamda o geceye dönüp, detayları tekrar anımsadığımda derimin altındaki kaşıntı şiddetleniyor ve bunu kaşıyarak çözemiyorum. Babamın Göztepe’de yakın bir doktor arkadaşı var. Adı Yaşar’dı sanırım, ona gidebilirim ama bunun lüzumsuz olduğunu düşünüyorum. Bence bu kaşıntı psikolojik ve ben ne yapıp edip Serra ya da Rüya’yla buluşarak, onlarla yüzleşmeliyim. Nerede benim telefonum? Rüya kesin açmaz telefonunu. Dinç dünden hazır bence ama onunla da ben konuşmak istemiyorum. En doğrusu, en büyüğümüzü aramak. Telefonum elimde. Bunu yapacağım.



