Umut ve Endişe kalbinin içinde fısıldaşıyorlardı : “ neden geldi ki?..belki de söylediği gibi vedalaşmaya gelmiştir…bu yeni bir başlangıç mı?..Derin’le olanları sorgulamaz umarım…ya hesap sormaya geldiyse?!.yapmaz onu canım, hakkı yok…belki ona ders olmuştur da bir şeylere sahip çıkmaya gelmiştir…eğer öyleyse kazanmak için kibar olmak lazım, tartışmak yok!”
Derin bir nefes alan Ceyhun, elinde kupalarla, tek kişilik evinin salon kısmına geçti. Aslı’yı, üzeri naylon çekili kanepede sessizce beklerken buldu. Ceyhun’nun kapıda belirmesiyle, daldığı derinliklerden öyle sıcak bir gülüşle çıkışı vardı ki; genç adamın heyecanlı gönlü onu sıkıştırdı : “ Kabul et oğlum sen bu kızı istiyorsun”. Süngüsünü indirmiş bir askerin, yenik sesiyle, tüm iyi niyetinin bir nişanı olarak kupayı uzatıp :
“ Kahvene üç şeker attım” dedi.
Aslı, kendisiyle ilgili bu küçük ayrıntının hatırlanmasından memnun cevap verdi :
“ Aa teşekkür ederim”
Tanıştıkları geceydi; Ceyhun öğrencilik yıllarından beri birlikte olduğu müzik grubu ile, Sakarya’nın loş ışıklı, müşterileri rüştünü ispatlamak için bira için gençlerden oluşan bir barda çalıyorlardı. Coşkusu masanın sınırlarını aşan bir arkadaş gurubu onları dinlemeye gelmişdi, içlerinde Aslı’da vardı. Alkol oranı yüksek ortamda Ceyhun, herkesin aksine bol şekerli bir çay isteyince, bu şamatacı topluluğun alay konusu olmuştu. İşte o sırada Aslı, sadece neskafesini-o da üç tane-şekerli içtiğini, tatlı içeceklerle arası olmadığını söylemişti. Genç kız bu küçük ayrıntının hatırlanmasından memnun olsa da, yüzündeki gülümseme hemen silindi. Aklına üşüşen anıları kovmak istercesine, kestane saçlarını şöyle bir sallayıp devam etti :
“ Demek gidiyorsun?” sesinde saklamaya çalıştığı bir endişe vardı.
“ Hımm evet dedi Ceyhun, çabuk çabuk.
“ Arkadaşlardan duymasam vedalaşmadan kaçacaktın yani”
Aslı’nın bu çıkışı her ne kadar Ceyhun’u umutlandırsa da, yapması gereken açıklamadan korkuyordu. Ufacık yakınlaşmalarında bile kıpkırmızı olan bu romantik kalpli küçük kadının, canı yandığında nasıl bir vahşiye dönüşeceğini tahmin edecek kadar tecrübesi vardı. Ama kendisine söz vermişti, tartışma yoktu. Olabildiğince masum bir edayla, yüzüne utanmış bir çocuk ifadesi takınıp, cümlenin bitmesini bekledi :
“ Baktım senden ses çıktığı yok, git şu hayırsızın kapısını çal dedim”
“ İyi ettin, çok iyi ettin”
Biraz olsun ilk gerginliği atmışlardı. Aslı bir sigara yakarak, dikkatini parmak uçlarından sihir gibi yükselen dumana yöneltti. Bu hınzır gülüşlü, saçtan çok kirpinin dikenlerini kafasına takmış gibi duran gence bakamıyordu. Oysa buraya gelirken kalbini, ihanetin açtığı yaralara pansuman yapan Gurur ile nasıl da susturmuştu. O Gurur ki; Derin denen o kızla ikisini, apartmanın kapısında gördüğü günden beri, ağlamaktan feri kaçmış gözlerine biraz ışık oluştu. Şimdi de işini tam yapmalıydı. Gömdüğü duyguların yeniden dirilmesine izin verecek değildi. Ama yine de, onu buraya sürükleyen o beklentiyi, susturamadığı acının çığlığını yok sayamıyordu. Alaycı bir sesle sordu :
“ Eee..nasılsın bu arada?”
Ceyhun neredeyse işi iyice abartıp, “acıdan ve pişmanlıktan ölmek üzereyim” diyecekti ki; Korkunun yakın dostu Tedbir onu hemen yakaladı: “Hemen yelkenleri suya indirme. Bırak önce o açılsın. Niçin geldiğini ne biliyorsun? Belki derdi vakit geçirmek. Sıkıntıya gerek yok” diyerek telkinde bulundu. Ama içindeki Arzu yakasını bırakmıyordu: “Kendi ayağıyla gelmiş. Hem de onu aramamana rağmen. Üstelik Derin’i de biliyor. Bir şeyler bitsin istemiyor demek ki. Cümlelerini doğru seç, tek yapman gereken bu” Cesaretin de yardımını alan Ceyhun, gözlerini yere indirerek, yaşananların onu da incittiğini göstermek amacıyla anlatmaya başladı:
“Aslını istersen pek iyi değilim. Sürekli başım ağrıyor. Sigaraya da yeniden başladım. Çok da kilo verdim”
Ancak beklediği ilgiyi kızdan görmedi. Aslı inanmayan gözlerle onu dinlemiş, sonunda da, lakayt bir tavırla sigarasını üfleyip:
“Bu taşınma seni çok yormuş anlaşılan. Akşamları bir az da papatya çayı iç, rahatlamanı sağlar belki dedi.
Genç adam dik dik baktı “bu neyin iması şimdi?” diye düşündü. “Son zamanlarda dağıttım ya, onu ima ediyor…bitki çayıymış…belki sen beni kafenin ortasında sap gibi bıraktın diyedir.” O gün yaşadıkları şimşek hızıyla aklından akıp geçti. Derin ile yakalandıktan sonra, kendisinden kaçan Aslı’yı, sıkça gittikleri bir kafede yakalamış ve; resmen tüm şirinliğiyle üzerine atlamıştı. Tek derdi kendisi için önemli olduğunu, istediğinin o olduğunu gösterebilmekti. Aldığı cevaplar ise soğuk belkiler, mesafeli sanmıyorumlar ve ardından gelen sert bir edayla mekanı terk etme hareketi idi. Yüzü asıldı. Verecek iyi bir cevap aradı ama, söylenecek söz yoktu.
“Haklısın “ diyerek konuyu kapattı.
Aralarına sessizlik çökmüştü. İçlerinde uçuşan kelimeler bir araya gelip bir cümle kuramıyordu. Ayrılığın acı yüklü valizini sürükleyerek gelmesi yakındı. Bunu en çok Aslı hissediyordu. Hem Ceyhun’u kaybetmek istemiyor, hem de ondan nefret ediyordu. Bir cümle her şeyi ya başlatacak ya da bitirecekti. Ne zaman konuşmak istese Öfkesi tüm kibriyle ortaya çıkan Aslı tıkanıp kalıyor, ama sustuğunda da ondan vazgeçemeyeceğini düşünüyordu. Mantığının açtığı mezara gömülü duyguları dirilmeye başlamıştı. Nitekim her zaman dengeden yana olan Akıl :”Bir itirafta ya da inkarda bulunsa da şu gururu sustursa” dedi. Tüm bu acıların sorumlusu olarak Ceyhun’u gören kalbi, tamir işini de ondan bekliyordu.
Okulunun kapanıp, ailesinin yanına gidişini fırsat bilen Ceyhun’du. Ona mesafe koyan, aramayan, sosyal ağlarda sadece bir arkadaş gibi yazışan ve bu sürede hemen kendisine yeni bir flört bulan da oydu. Ankara’da kalan arkadaşları imada bulunduklarında inanmak istememiş, ama bunu genç adama da soramamıştı. İşin doğrusu adı konulmuş bir ilişkileri yoktu. “Uyanık piç!” diye hırladı Kin, “bu şerefsizden bir bok olmaz” diye de ekledi. İçindeki kargaşaya yenik düşen Aslı, Ceyhun’nun yüzüne boş boş bakarak :”Ne işim var benim burda?” diye düşünmeden edemedi.
Dışarıda gün hala aynıydı; gökyüzüne turuncu kızıl mor ışıklar saçan Güneş, ihtişamlı bir vedaya hazırlanıyordu. Bahçedeki salkım söğüdün gri parmak izleri, damla damla çıplak camlara düşmüştü. Gölgeler arasında sohbet etmeye çalışan ikili, konuşmaları gereken konuyu biliyor, ancak bir yankı dahi yapamıyorlardı. Ceyhun sıkılmaya başladı. Kız gene kaçıyor, hatta kalkıp boş boş evin içinde dolaşıp, sanki ilk kez görmüş gibi, pencereden sokağı seyrediyordu. Oysa ki öğrenci arkadaşlarıyla yan apartmanda oturmaktaydı. Onun bu soğuk tutuk hallerine rağmen, bir türlü gidemeyişi Ceyhun’nun Sabrını zorlamaya başladı: “Konuş artık be kızım! Konuşamadığımızdan bu hale gelmedik mi?” ama Korku da tıslamıyor değildi :”Saçmalama, Aslı bu. Kafede sana ne yaptığını unuttun mu? Ne kadar onur kırıcıydı. Herkesin içinde ‘gelince aramak zorunda mıyım?’ deyip bir hava çekip gitmişti.” Bu fikri tam benimseyip susmayı düşündüğünde de, Umut Ceyhun’a yeniden cesaret verdi :”İyi de o zaman senin Derin’le yaşadıklarını biliyordu, duymuştu. Kızın biraz kapris yapmaya hakkı yok mu? Hem şimdi bak kalkıp gelmiş. Yine belirsizlikler içinde bırakıp gitmesine izin verme”
Ceyhun oyunu Umut ve Cesaret’ten yana kullandı. “Hem kaybedecek neyim var ki!” diyerek, elinde yeni yaktığı sigarasının dumanı ile oynayan Aslı’ya birden sordu :
“Neden geldin?”
Mantık hemen atladı :”Yanlış soru” ama geç kalmıştı. Ok yaydan fırlamış ve Aslı’yı en hassas yerinden, gururundan vurmuştu. Bir anlık şaşkınlığı fırsat bilen Ceyhun sorusunu düzeltmeye çalışarak :
“Yani benimle neden görüşüyorsun?”
“Bu ne saçma soru!” diye bağırıyordu Aslı’nın kalbi. Daha anlayamamış mı? Neyin itirafına zorluyordu onu? Paniklemiş yüreğine, şoka girmiş beyni de eklenince iyice içine çekilen genç kız, zor duyulan bir sesle cevap verdi :
“Söyledim ya, vedalaşmaya geldim”
Delikanlı bu cevaba iyice sinirlendi :”Yine kaçıyor” diyen Öfke’ye, Kin eşlik ediyordu :”Acıtmanın yolu dürüstlüğe zorlamak” Çekinmeden tekrar sordu :
“Bu seferlik öyle, ya daha önceki aramaların buluşmalarımız niçindi?”
Aslı’nın Gururu, “bu kadarı da fazla!” diyerek çırpınıyor, o çırpındıkça dili susuyor, suskunluğu sürdükçe de Ceyhun, meydanı boş bulmuş at gibi kişniyordu :
“Neyiz biz? Sevgili mi arkadaş mı, ne?!”
Olayın tatsızlaştığını gören Aslı kalkıp gitmek istiyordu ancak; onu kapıya kadar götürecek Cesaret ortalarda yoktu. Gene sustu. İçinde öyle bir yağmalama başlamıştı ki, bu kargaşada kimi dinleyeceğini bilmiyordu. Boşluğu fırsat bilen Fesatlık, hemen tohumlarını ekmeye başladı :”Ne uyanık. Sadakatsizliğini böyle mazur göstermeye çalışacağı belliydi.’ Sen bana duygularını belli etmedin, ben de başkalarıyla görüştüm’ Vay be! Bu iş bu kadar kolay ha? “ dedi. Aslı bu duygularla coştu :”Madem öyle, kendin kaşındın” diyerek, isyan bayrağını çektiği gibi, soğuk kanlılıkla cevap verdi :
“Tabii ki arkadaşız. Sana başka gözle hiç bakmadım.”
Ceyhun’nun nutku tutuldu. Kırılan Gururuna basmakta olan Acıma :”Sen zavallı herifin tekisin” dedi, “bu oyuna nasıl geldin?”
Aslı hiç susmuyor, devam ediyordu :
“Yanlış bir izlenim verdiysem özür dilerim, ben sadece seni tanımak istemiştim”
Ceyhun onu öpmekle dövmek arasında gidip gelen bir duygu seline kapılmıştı. Bir şekilde üstünlüğü elde etmeliydi. Ama ne düşünürse düşünsün, bütün kapıların tutulmuş olduğunu anladı. Kendi tuzağının dibinde, ayağa fırlamış Ego’sunun onu intikam için zorlayışını dinliyordu. İçindeki tüm cephelere rağmen, bir ölü kadar hissiz ve donuktu. Sararan yüzündeki acınası gülüşünün dışında bir tepkide bulunmadı.
Aslı ise, söylediklerini savunurcasına dimdik oturuyordu. Sigarası bitmiş, kahvesi soğumuştu. Gitmek istiyordu. Ceyhun’la göz göze gelmemeye dikkat ederek, uzanıp çantasını aldı. “Kaç” diyordu Korku, “bu sessizlik hayra alamet değil” Bir nefeste :
“Artık gitsem iyi olacak” diyebildi.
Ceyhun hırıltılı bir sesle onayladı :
“Git”
Genç kız yıldırım gibi fırlayıp gidene kadar bekledi. Kapının “çıt” sesiyle, önünde duran sehpaya hızlı bir tekme attı. Öfkenin şiddetiyle savrulan kupadan ortalığa, üç şekerli iyi niyet saçıldı.
Hale Kaymakçı