• Destek
  • Üye Ol
  • Yazar Girişi
  • Abone Ol
0 553 423 00 17 kibelekulturs@gmail.com
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
No Result
View All Result
Home Öykü

Gitmekten Başka Çare Yok / Hakan Tuna

Hakan Tuna by Hakan Tuna
21 Ekim 2025
in Öykü
0
Gitmekten Başka Çare Yok / Hakan Tuna
0
SHARES
7
VIEWS
Share on FacebookShare on Twitter

 

“Aynı kitabı okuyup farklı yerlerin altını çizmişiz”, diye başlıyordu akşamın bir vakti Alaçatı’nın kenar sokaklarında kalmış bir sahafın standından aldığım kitabın ilk sayfasına mavi bir kalemle yazılmış not. Devam ediyordu: “Sana bu kitabı bütün ömrün boyunca şans ve mutluluk getirmesi umuduyla veriyorum. İyi ki doğdun. -Çağla”. Arkamdan Kurban Bayramını fırsat bilip kendilerini İzmir’in güzel mi güzel Alaçatı’sına atan, biraz da aceleci ve oldukça yorgun olan bir turist kalabalığı geliyordu. Elimi cebime atıp sakalı ve saçları ağarmış fakat aksine yüzü oldukça genç ve canlı duran sahafa kitabın parasını verip Alaçatı’nın taş evlerinin arasında yürümeye devam ettim.

Taş evlerin arasından sıyrılarak gelen yosun kokusuna karışmış tuzlu deniz meltemi akşamın nemli sıcaklığını serinletiyordu. Bir kalabalıkla birlikte etrafın gürültüsü ve uğultusu çevremi sarmış, kalabalığın insanı boğan sesi buradan kaçmam için beni ikna edecek vaziyete gelmişti. Canım sıkılıyordu. Bu büyük bayram kalabalığı bana nasıl da yalnızlığımı hatırlatıyordu. Artık o güzelim taş evlere yahut vitrinlere, camekanlara bile bakmadan ellerim ceplerimde başım öne eğik halde yürüyordum. Aklımda hala o kitabın ilk cümlesi “Aynı kitabı okuyup farklı yerlerin altını çizmişiz…”. Bir filmde, başka bir kitapta, internette, sosyal medyada belki defalarca karşılaştığım bu söz şimdiye kadar bana hiç bu kadar etkileyici gelmemiş beni hiç bu kadar hüzünlendirmemişti. Alaçatı’nın yorgun kalabalığından kendimi kurtarmak istedim. Bu kalabalıkla birlikte bir saniye daha amaçsız halde yürüyemeyecektim.

Kendimi, gördüğüm ilk ara sokağa attım. Sarı ışıklarla bezenmiş bu dar sokakta bir vakit yürüdüm. Etrafımda gözden uzak düşmüş dükkanlar, bazı takıcılar ve ileride ise küçük barlar vardı. Solumda kalan ilk bara girdim. Yorgundum; oturmam, dinlenmem, düşüncelerimi bertaraf etmem lazımdı. Dükkanın içi loş karanlık, yerler ve eşyalar ahşaptı. Küçük denebilecek sakin bir bardı burası. Sağımda birkaç yüksekçe sandalye ve masanın gerisinde bardakları silen bir barmen vardı. Sandalyelerin birindeyse yalnız başına oturan henüz yüzünü göremediğim kumral uzun saçlı bir kadın oturuyordu. İleride  yukarı kata çıkan bir merdiven olduğunu fark ettim. Barmene yukarı kata çıkıp çıkamayacağımı sordum. Çıkabilirmişim. Bir adet fıçı bira söyleyip yukarı kata çıktım.

Birayı dökmemek için yavaş adımlarla çıktığım merdivenin sonunda sanki sonsuzluğa uzanan bir deniz manzarası ve gün batımıyla karşılaştım. Neredeyse boyum kadar olan pencerelerden Alaçatı’nın alçak kesimlerini görebiliyordum. Alaca karanlık, gökyüzü tertemiz. Sokakta yorgun kalabalık avare avete dolaşıyordu. Onlardan kurtulmuş olmanın rahatlığını şimdi şu yumuşak koltuklarına yaslanarak ve biramdan bir yudum alarak yaşayabilirdim. Bulunduğum katta kimsecikler yoktu. Hafif sarı ledler ve lambalar katı aydınlatıyor, aşağıdan ise, yeni fark ettiğim, alaturka bir müziğin sesleri geliyordu. Bir süre batan güneşi, sahili ve Alaçatı’yı izledim. Neler düşündüm, neler düşünmedim hatırlayamıyorum. Belki biraz internette okuduğum son kadın cinayetlerini, belki şimdi İstanbul’da kalmış evimin bitmek bilmez faturularını; belki biraz hayatı, insanlığı, memleketin halini ve bu tatil gününde nasıl bu kadar yalnızlıktan (halbuki yalnız kalmayı ben istemiştim) müteessir olduğumu düşündüm. Belki de hiçbir şey düşünmedim. Sürekli düşündüğü şeyler insanın aklına tekrar gelince onları düşünmüş onlara kafa yormuş sayılır mıydım? Bilmiyordum. Biramdan bir yudum daha aldım. Kızıl kanlarla batan güneşe bakarken daha önce sevip hiç anlaşamadığım kadınlar aklıma geldi, üzüldüm. Halbuki onları nasıl da sevmiştim, halbuki onlar beni nasıl sevmişti. Lakin ayrılmıştık. Yine aklıma sahaftan aldığım kitabın üzerine yazılmış not aklıma geldi. Kitabı bel çantamdan çıkarttım. Açtım notu tekrar okudum. Zannedersem ben ve tüm sevgililerim hayat denen kitabı okuyup farklı yerlerin altını çizmiş ve hiç anlaşamamıştık. Kitabın sayfalarını elime şöyle hızlıca çevirirken bir anda önüme bir sayfa ve içinde katlanmış halde bulunan kağıtlar çıktı. Biraz sararmış ve çizgili bu sayfalar bir defterden koparılmışa benziyordu. Merakım iyiden iyiye uyanmıştı. Sayfaları alıp kitabı önümdeki masaya koydum. Katlanmış kağıdı açıp ilk sayfasını okumaya başladım:

 

Sevgili İki Gözümün Çiçeği Çağla,

            Sana bu mektubu belki de hiç yazmamış olmam gerekirdi. Her ne kadar benimle konuşmak, görüşmek istemiyor olsan da sana söylemem gerekenler var. Çağla, ben ölüyorum. Hem de öyle bir yatakta yavaş yavaş tatlı tatlı ağır nefeslere ölümü bekler halde de değil. Ağır ağır eriyerek göçüyorum bu dünyadan. Beni bırakıp gittiğin günden bu yana hiç toparlayamadım kendimi. Eve kapanıp sürekli seni düşünüp seni özledim. İçimden sensiz bir şey yapmak gelmedi. Her yerden sana ulaşmaya çalıştım. Mesajlar yazdım geri dönmedin, telefonlarını çaldırdım açan olmadı. Anlaşılan bütün hesaplarını kapatmış, telefon numaranı bile değiştirmişsin. Son çare olarak bu mektubu sana yazıyor ve zamanında bana hediye ettiğin kitabın içine koyuyorum. Kitaplarla aranda hep özel bir bağ olmuştur, hediye olarak gelen bir kitabı asla geri çevirmeyeceğini biliyorum. Umarım böylece içine koyduğum bu mektubu okur, beni anlar ve bana geri dönersin.

            Hatırlar mısın bilmem bana bu kitabı hediye ettiğin zaman henüz lisedeydik. Daha sevgili değildik ancak birbirimizden nasıl da hoşlanır, sırf bir anlığına göz göze gelmek için teneffüslerde nasıl da birbirimizi arardık. Bulduğumuz zamansa birbirimizi bakışır, sonra utanır, sonra tekrar göz göze gelir ben senin derinlemesine engin, derinlemesine büyük ve derinlemesine güzel gözlerin içinde kaybolur giderdim. İlk sen mi gel demiştin yoksa ben mi senin yanına gitmiştim, hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o lanet olasıca dersin bitip seninle nasıl da öğle araları konuşmak istediğimdir. O dersler nasıl da geçmez, nasıl da insan dakikaları hatta saniyeleri sayar hale gelirdi… Bense tek çıkış yolunu dersi dinler gibi yapıp boyuna seni düşünmekte bulurdum. O zamanlarda eminim ki sen de aynı duyguları yaşıyor, benle buluşmak için can atıyordun. İşte böylece arkadaş olmuştuk. Teneffüslerde yanına gider seni hep kitap okur halde bulur, ilk başlarda kitaplardan sohbet açar sonrasında derinlemesine her şeyi konuşurduk. İşte doğum günümde de bana bu kitabı hediye etmiş ve hediye ederken de bana bu kitabın ömür boyu şans ve mutluluk getirmesini dilemiştin. O günden sonra kitabı bir kere bile yanımdan ayırmadım. Sen bana kitabı verirken -hatırlarsın- ne kadar da heyecanlı ne kadar da mutluydun. Kitabın ilk sayfasını açıp okuyacağım sıra sanki heyecandan düşüp bayılacak gibiydin. Elbet hatırlarsın, o günleri unutmak mümkün mü?

            Bir yaz akşamı sahilde buluşmuştuk onu da hatırlarsın. Diğer buluşmalarımzdan farklı değildi ancak ben tüm kuvvetimi toplayıp güneş denizin üzerinden ağır ağır batarken sana çıkma teklifi etmiş, sen havalara uçarak teklifimi kabul etmiştin. Teklifimi kabul ettiğinde çoktan liseyi bitirmiş aynı şehirde üniversiteyi kazanmıştık. Sonrası malum, üniversiteyi beraber okuduk beraber mezun olduk. Bir rüyada yaşar gibiydik seninle. Birlikte ne badireler ne zorluklar aştık. Fakat sonra? Sonrası hala çözemediğim bir muamma.

            Ne oldu nasıl oldu… Ben, her zamanki bendim. Sense… Sanki hiç tanımadığım uzak bir ülkeden gelmiş bir yabancıydın. Benle uzak bir yerden başka birisinin sesiyle konuşuyor, yüzüme nadiren bakıyor arada saçımı başımı okşuyor, fakat bu derin sessizlik bu derin ve ne olduğunu bilmediğim sorun, kayıtsızlık ve sevgisizlik sürüp gidiyordu. Sabahları evden çıkıyor, gidiyordun. Kimi zaman beşte altıda kimi zaman dokuzda onda eve geliyordun. Bense hiçbir zaman nereden geldiğini yahut işinin uzayıp uzamadığını ya da arkadaşlarınla mı buluşup buluşmadığını soramıyordum. Hatta evin içinde çın çın öten bu anlaşılmaz sorunu, seninle benim aramda ne olduğunu dahi soramıyordum. Çünkü sorarsam sanki artık ilişkimizin ömrünü tamamladığını, senin artık beni sevmediğini ve ayrılığın kıyısında olduğumuzu itiraf edecektim. Aslında birkaç defa sormayı denemedim değil. Fakat sen tam da tahmin ettiğim gibi “Bir şeyim yok, ne sorun olsun ki, her şey yolunda” gibi laflar edip durduraksız okuduğun kitaba geri döndün. O evde sanki hiç tanımadığım Çağla isminde bir kadınla yaşıyor ve beylik sohbetler dışında o yabancı kadınla hiç konuşmuyordum. Beni aldattığından bile şüphelenmeye başlamıştım. Hatta bir seferinde seni takip bile ettim, hiçbir şeyin olduğu yoktu. Arkadaşlarına sordum soruşturdum, telefonunu alıp karıştırdım. Hayır, beni aldattığına dair en küçük bir ipucu dahi yoktu. Sen sadece, benden uzaklaşmıştın o kadar. O felaket gününe her geçen gün yaklaştığımı biliyor ancak hiçbir şey yapamıyordum.

            Oysa niçin bir felaket gününe böyle amansız sürükleniyorduk ki? Ne ben ne de sen birbirimizi çok sevmekten başka hiçbir şey yapmamıştık. Niçin aramızda bir problem olsun, niye kavga edelim, niye artık sevişmeyi bırakalım ki? Bunlar bana o kadar mantıksız geliyor, o kadar sinirime dokunuyordu ki tabiri caizse aklımı kaybetmek üzereydim. Düşünüyor, düşünüyor; bulamıyordum. Aramızda bir şey vardı; hissediyor, anlamaya çalışıyor, fakat asla ne olduğunu çözemiyordum. Bu girdabın içinde tüm yollar elbette tek bir yere çıkıyordu: Sen bir gün kalkacak -bu gün bir hafta sonuna denk gelecek- hiçbir şeyi anlatmayan bir mektupla beni terk edecek bir yerlere gidecektin. Benimle konuşmak, beni terk ederken yüzüme bile bakmak isteyemeyecektin. Sadece gidecektin. Zaten siz kadınlar hep bir yerlere gitmez misiniz, neresi olduğunu biz erkeklerin bilmediği, atlaslarda, haritalarda, gps’lerde olmayan bir yerlere…

            Sen gittikten sonra seni sokak sokak, cadde cadde, bulvar bulvar aramak istedim. Ancak arasam bile seni bulamayacağımı, benden çok çok uzaklara gittiğini ve seni bulamamam için özel bir yer seçtiğini biliyordum. Bu durumda ne yaptım dersin? Hiçbir şey! Sensiz hiçbir şey yapamadım Çağla. Sadece sabahları kalkıp balkonda tek seferde bir paket sigara içmekten ve akşamları üst üste rezil insanlar gibi bira şişeleri devirmekten başka hiçbir şey yapamadım. Eve kapandım, yorganları üstüme çekip ağladım, fotoğraflarına uzun uzun baktım ve seni çok özlemekten başka hiçbir şey yapmadım.

            Bir gün evde alelade dururken fena bir öksürük krizine girdim. Zaten yaklaşık bir haftadır aralıklarla öksürüyordum. Böylece doktora gitmeye karar verdim. Doktor; elinde o kara, kapkara röntgen sonucuna bakarken sanki hayatımızın kaçınılmaz sonunun sandığımdan çok daha yakın olduğunu sezdiriyordu. Doktor, büyük bir sakinlik ve büyük bir ciddiyetle belki yüzlerce kere yaptığı klasik konuşmasını yaptı: “Akciğer kanserisiniz. Kanser lenf düğümlerinize ve nefes borunuza kadar yayılmış. Yani üçüncü evredesiniz. Akciğer kanserinin maalesef tedavisi yok, bu durumda yapabileceklerimiz kısıtl…”. Ses yavaş yavaş soluklaşarak azaldı ve en sonunda doktorun ne dediğini duymaz oldum. Ölüyordum, ciğerlerimde beni yutmak için devasa bir karanlık büyüyordu. Seni tekrar göremeden göçüyordum. Doktor bana tekrar ismimle seslendiğinde ancak ayılabildim: “Tedavi edilmeyi istiyor musunuz?”. Bir cevap veremedim, bir süre düşündüm: “Doktor Bey… düşünmem lazım” dedim. Eve geldiğim gibi işte sana bu mektubu yazmaya başladım. Çağla ben ölüyorum. Ne olursun ölmeden önce bir kez olsun yanıma gel, beni neden terk ettiğini beni neden artık sevmediğini söyle. Buna ne kadar çok ihtiyacım olduğunu tahmin bile edemezsin. Yeter ki gel, seni bütün her şey için affetmeye hazırım.

 

                                                                                              Seni Her Daim Seven Sevgilin

 

Mektubu bitirdiğimde güneş çoktan batmış, Alaçatı derin bir karanlık altında kalmıştı. Uzun bir süre karanlıklarda kalmış denize bakarak hiçbir şey düşünmedim, uzun bir süre hiçbir şey düşünmek istemedim. Sonra o zavallı Talihsiz Adam’ın ölümünü merak ettim, denizin ölümü andıran karanlık sularına bakarken. Acaba hala yaşıyor muydu, yoksa çoktan ölmüş müydü? Talihsizlik o ki mektuba tarih atılmamıştı. Yine de adamın anlattıklarından anlaşılacağı üzere günümüze yakın bir tarihte yazılmış olmalıydı mektup. Kadını düşünmeye başladım birdenbire. Kadının yüzünü, saçlarını, gözlerini; kadının nereye gittiğini, adamı terk ederken ki ruh halini ve adamı neden terk ettiğini düşündüm. Kadınlar ve onların hep bir şekilde kayboluşları… Dünya tarihinin yazılmaya başlandığı andan itibaren en trajik hikayelerden birisidir “Bir sabah kadının alıp başını gitmesi, kaybolması”. Nereye giderdi bu kadınlar? Daha doğrusu niye giderlerdi? Talihsiz Adam’ın hiçbir fikri yoktu bu konuda. “Birbirimizi çok sevmekten başka hiçbir şey yapmadık”, diyordu. Eski sevgililerimi hatırladım. Hele ki iki ay önce ayrıldığım eski sevgilimi. Ne demişti bana..? Heh hatırladım. “Seninle bir ilgisi yok, kendine yüklenme, bitti… sadece bitti”. Sadece bitmişmiş. Ne bitti? Bana olan olanca sevgin mi, ilişkimizin heyecanı, ilk başlarda olan o sıradışılığı mı, bana karşı olan merakın mı yoksa içinde bana beslediğin sevgi mi? Neydi biten? Ben mi o mu? Ne tesadüf, aynı o Talihsiz Adam gibi ben de bilmiyordum kadının neden gittiğini. Talihsiz Adamla ne kadar çok benziyordu hikayelerimiz. İlişkimizin son haftalarında zaten hissediyordum, o çoktan alıp başını benim kalbimden çok çok uzak yerlere gitmişti ve belli ki orada beni istemiyordu. Onu özlüyordum doğru. Ama içimde kalkıp onu dar ve karanlık İstanbul sokaklarında arayacak kuvveti bulamıyordum. O da zaten kendisini bulabileceğim bir yerlere gitmemiştir muhaakkak. İşte, Talihsiz Adamla bana geriye kalan tek şey özlem ve acıydı.

Daha fazla karanlıklar içinde kalmış denize bakamayacaktım, gözlerim fena halde yorulmuştu. Gövdemi sağ tarafa çevirerek taş duvarları incelemeye başladım. Biraz sarıya çalan duvarlar ne kadar güzel, ne kadar otantik duruyordu. Gözlerimi katın üzerinde gezdirdim. İlerde en ortada büyük bir Atatürk portresi vardı. Onun yanında birkaç yağlıboya resim ve etraflarında birkaç küçük sarı sarı yanan ledler bulunuyordu. Rahat koltuklar, duvarları süsleyen küçük yeşil sarmaşıklar, birkaç ayna ve ahşap masalar müthiş bir ahenkle bir araya gelmiş gibiydi. Biramın son yudumunu da alarak içkimi bitirdim. Ne o küçük daracık taş otele gitmek ne de şu kalabalıkla amaçsızca çarşıda dolaşmak fikri cazip geliyordu bana. Canım bu küçük bardan çıkmak istemiyordu. Bu resimlerden, küçük ledlerden, camlardan ve birkaç rahat koltuk ve masadan oluşan kat bana garip bir huzur vermiş; şu küçük kat sanki dünyadan, zaman ve mekandan ayrılmıştı. Bu güzel oda bütün dertlerden streslerden varoluştan kopmuş gibi sanki uzay boşluğunda muazzam bir ahenkle süzülüyordu. Tüm bu dünyanın saçmalıkları, kadınların gidişleri, kadınların gittikleri yerde öldürülüşleri, insanların simülasyonda yaşar gibi her hafta aynı döngüyü sürdürmeleri artık çok uzaklarda kalmış gibiydi. Evet bu katta, tam bu odada ölebilirdim. Ancak bir içki daha almalıyım.

İçimde bu huzurla aşağı kata indim. Barmen bardak silme işlemini bitirmiş şimdi ise bir kokteyl hazırlamakla meşguldü. O kumral saçlı kadın hala orada yalnız başına oturuyordu. İlk gördüğümden beri sanki saçı başı biraz daha dağılmış, sanki biraz daha içmişti. Kadının yanındaki sandalyeyi boş bırak bir sağına oturdum. Barmenden bir bira daha rica ettim. O sırada kumral saçlı kadın bana dönerek:

-Ne o, yoksa benden çekiniyor musunuz?

Şaşırmıştım doğrusu, duraksayarak:

-Hayır, hayır elbette. Sadece sizi rahatsız etmek istememiştim.

Kadın hafifçe gülerek:

-Hayır, rahatsız etmiş olmazsınız. Gelin lütfen içkiniz benden olsun.

Yavaşça kadının yanına oturdum, biramdan bir yudum aldım. Şimdi kadına biraz daha dikkat edebiliyordum. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yoktu, dudakları boyalı değildi. Dalgalı kumral saçları sandığımdan daha bir derli topluydu. Üstünde uzun siyah bir elbise vardı. Kadına dönerek:

-Ben buraya geldiğimden beri yaklaşık iki saat geçti, siz hala yalnız başınıza oturuyorsunuz.

-Eh, siz de öyle.

-Doğru… Fakat sizin gibi bir kadının yalnız olduğuna şaşırdım.

Kadın tekrar hafifçe güldü:

-Evet, sadece… benim ara sıra çok canım sıkılıyor.

-Niçin canınız sıkılıyor?

-Yaşamaktan.

-Demek yaşamaktan.

Bir süre sustuk, konuşmadık. Kadın içkisine devam etti.

-Peki ya siz? Siz niçin yalnızsınız bu bayram günü.

-Sadece kafamı toparlamaya çalışıyorum, hepsi bu.

-Yoğun bir hayatınız var sanırım.

-Yoğun sayılabilir belki evet. Sırf yaşamak bile oldukça yoğun.

-Bilmez miyim.

Oldukça zarif ve zeki bir kadındı. Kelimelerini özenle seçiyor, yanlış anlaşılmalara meyil vermemek için sakin ve dikkatlice konuşuyor nezaketini de sürekli koruyordu. Sesi de pek hoştu doğrusu. Lakin yaşamaktan sıkılmış olduğunu söylüyordu. Bu zeki kadına hayatın ona ne anlam ettiğini sormak istedim:

-Hayat da size ara sıra fevkalade müthiş, fevkalade sıkıcı ve fevkalade güzel geliyor mu?

Kadın durdu, düşündü. İçkisinden içti, derin bir nefes aldı:

-Hayatı birkaç basit tanıma sığdırmak mümkün mü emin değilim. Hayat dediğimiz, hepimizin içinde yaşadığı ancak hiçbirimizin ne olduğunu bilmediği zira bilmek de istemediği büyük uğraşlardan başka bir şey değil bana göre. Kimi zaman çok güzel, kimi zamansa çok acı. Kimi zaman merak uyandırıcı, kimi zaman çok sıradan. Kimi zaman heyecan verici, kimi zamansa -şimdi de gördüğünüz üzere- çok sıkıcı.

Kadının bu dediklerinden etkilenmiştim. İşin doğrusu haklıydı da, Kadın en derinlerinde çok acı çekiyor gibiydi, ne diyeceğimi bilemedim:

-Haklısınız, şu aralar benimde canım sıkkın. Peki niçin Alaçatı, niçin can sıkıntınızı gidermek için burayı seçtiniz.

-Aslında özel bir sebebi yok. Buralarda tanıdığım bir sahaf vardı ona birkaç kitap bıraktım. Yarın İzmir’e geri döneceğim.

Bir anda aklıma dayanılmaz bir ihtimal geldi. Karşımda duran şu kadın, Çağla olabilir miydi? Kadının ismini hemen sormalıydım. Ancak kadın benden önce davrandı:

-Ya siz, siz niçin Alaçatı’dasınız?

-Henüz ilk gençliğimde ailemle gelmiştim, yine gelmek istedim. Taş evlerini, çarşısını, denizini beğeniyorum. Ama yine de Alaçatı içimdeki sıkıntıyı gidermeye yetmiyor.

Kadın başını sallayarak anladım dedi. Tekrar içkisine dalmış, konuşmuyordu. Bu anda aklıma türlü ihtimaller de gelmeye devam ediyordu. Dayanamayıp sordum:

-Bu arada sormayı unuttum, isminiz nedir?

-Çağla, ya sizinki?

Çağla ismini duyar duymaz içimde bir kıpırdanma oldu. Oydu işte, Talihsiz Adamı bir gün hiçbir açıklama yapmadan terk eden Çağla. Aynı kitabı okuyup sevgilisinden başka yerlerin altını çizen Çağla. Hepimizi bir sabah vakti insafsızca terk eden sevgilimiz Çağla. Adımı Çağla’ya söyledim. Birden kadının aklına esmiş gibi:

-Sizin canınız niçin sıkılıyor?

Fırsat bu fırsattı, hemen ona eski sevgilimi anlatmalıydım:

-İki ay önce sevgilimle ayrıldık. Aslında gayet iyi anlaşıyorduk biliyor musunuz, birbirimizi çok sevmekten başka bir şey yapmıyorduk. Ne ben ona ne de o bana darılacak, küsülecek hiçbir şey yapmamıştı. Ama sonra birden bir şey oldu. Bilirsiniz böyle bir kırılma, bir çıt sesi. Sevgilim aniden benden uzaklaşmaya, sanki benden çok uzak diyarlara gitmeye karar verdi. Ne yapsam aramızı düzeltemedim, sorunun ne olduğunu bilmiyor üstelik soramıyordum da. Sonra bir sabah kalktığımda beni sadece bir mesajla terk ettiğini gördüm. O günden beri işte canım sıkkın. Beni niçin terk ettiğini çözemiyorum. Bana bıraktığı mesaj hiçbir şeyi açıklamıyor “Sadece bitti” diyor. Beni neden terk ettiğini çözememek hem beni çok yoruyor hem de fena halde canımı sıkıyor.

Bir an durdum, içkimden bir yudum daha aldım. O merak ettiğim soruyu büyük bir heyecanla Çağla’ya sordum:

– Siz kadınsınız, bilirsiniz. Niçin sevgililerinizi ortada hiçbir şey yokken bir sabah kalkıp terk ediyorsunuz?

Çağla buz kesilmiş gibi durdu. Düşündü, konuşmadı. İçkisinden bir yudum aldı:

-Cevaplanması zor bir soru soruyorsunuz. Nedensiz olamaz mı?

-Her şeyin bir nedeni vardır, en basitinden artık istemiyorsunuzdur. Neden istemiyorsunuz, üstelik açık bir kapı bile bırakmadan neden gidiyorsunuz?

Çağla yeniden durdu. Sanki bu soru ona çok acı veriyor, bunu düşünmek onu fena halde rahatsız ediyordu. En sonunda acı acı konuşmaya başladı:

-Sıkılıyoruz. Sözüm ona güzel ve çekici kadınlarız ya. Gençliğimizden beri beğenilmeye çok alışkınız. Kimseyi etkilemek gibi bir derdimiz, bir uğraşımız yok çünkü sırf varlığımız ile sadece sokakta yürürken bile dikkatleri üstümüze çekiyoruz. Her daim ön plandayız, bütün ilişkilerde ön sıradayız. Nasıl anlatsam bilemiyorum, bu bazen o kadar yorucu ve o kadar sıkıcı oluyor ki belki de her şeyi bırakıp gitmek istiyoruz. Düşünsenize. Hiç çabalamadan, hiçbir emek sarf etmeden istediğimiz erkeği elde edebiliyoruz. Ve o bizi o kadar koşulsuz o kadar çok o kadar güzel seviyor ki bize yapacak bir iş kalmıyor. Hani nasıl desem, belki de zenginlerde olduğu gibi rahatlık batıyor. Canımız sıkılıyor. Nasıl her şeye sahip, arzusu kalmamış çünkü bütün arzularını gerçekleştirmiş bir insan hayattan sıkılıp intihar ediyor ya da kendini alkole uyuşturucuya vuruyorsa. Biz de alıp başımızı gidiyoruz. Oysa biz de çabalamak, güzel bir ilişki inşa etmek için emek sarf etmek istiyoruz. Ama böyle bizi kendimizi sevdiğimizden çok seven erkeklerle olunca tabiri caizse boğuluyoruz. Olduğu yerde boğulmaya başlayan bir kadın alıp başını gitmekten başka ne yapabilir? İşte dediğiniz gibi bir kırılma anı; gördüğümüz, hissettiğimiz yahut duyduğumuz bir çıt sesi sevgilimizi terk etmemize yetiyor.

Çağla derinden gelen bir hüzünle belki biraz pişmanlıkla belki de biraz çaresizlikle konuşuyordu. Bir erkek olarak onu anlamam mümkün değildi ancak hüznünü ve çaresizliğini anlayabiliyordum. Onların da ellerinde değildi gitmemek, kalmak. Suç da ne gidende ne de kalanda kimsede değildi. İşte kadınların dediği gibi “Sadece bitiyordu”. Ölümlü ruhların birbirlerine uyumsuz hale gelene kadar değişmesi ve değişim tamamlandıktan, bütün hazlar alındıktan, bütün heyecanların geçip sadece yanlarında basit sıradanlığın kalmasından sonra başka ne yapılabilirdi ki? Alıp başını gitmek… Evet, alıp başını gitmek! 21. yüzyıl insanlarının tek sığınağı. Alıp başını seni kimselerin tanımadığı bir yere gitmek, orada bir sahilde yahut bir bar taburesinde huzur aramak.  Tam o sırada barın hoparlörlerinden o bilindik şarkı çalmaya başladı “Gitmek mi zor, kalmak mı zor/ O sabahı gel de bana sor”. Gülerek “İsabet oldu” dedim. Çağla da hafifçe gülümseyerek “Evet” dedi.

 

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Previous Post

Girit Prensesi / Tufan Tozkoparan

Next Post

Selam Olsun / Oğuzhan Külte

Hakan Tuna

Hakan Tuna

Next Post
Selam Olsun / Oğuzhan Külte

Selam Olsun / Oğuzhan Külte

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

No Result
View All Result

Hakkımızda

Kibele Kültür Sanat Logo

Kibele Kültür Sanat

Merhaba sevgili okur.

Mitolojide Tanrıların anası olarak bilinen Tanrıça Kibele’nin anaç, üretken, hayatın devamını sağlayan özelliklerinin uğruna inandık. Ve onun adını kullanıp Kibele Sanat olarak edebiyatta biz de varız dedik. Edindiğimiz misyonla amacımız; bizden önceki kalem ustalarımızın bayrağını, gelecek kuşaklara ulaştırmak. Çünkü edebiyat dünya tarihini içinde barındıran devasa bir ansiklopedidir… Devamını Oku

Arşivler

  • Ekim 2025
  • Eylül 2025
  • Ağustos 2025
  • Temmuz 2025
  • Haziran 2025
  • Mayıs 2025
  • Nisan 2025
  • Mart 2025
  • Şubat 2025
  • Ocak 2025
  • Aralık 2024
  • Kasım 2024
  • Ekim 2024
  • Eylül 2024
  • Ağustos 2024
  • Temmuz 2024
  • Haziran 2024
  • Mayıs 2024
  • Nisan 2024
  • Mart 2024
  • Şubat 2024
  • Aralık 2023
  • Eylül 2023
  • Ağustos 2023
  • Temmuz 2023

Kibele Kültür Sanat Logo

Kategoriler

  • Anlatı
  • Araştırma
  • Deneme
  • Genel
  • Hakkımızda
  • İnceleme
  • Kitap İncelemeleri
  • Masal
  • Öykü
  • Roman
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Sizden Gelenler
  • Söyleşi
  • Tiyatro
  • Yeni Çıkanlar

Son Yazılar

  • Sisifos’un Aşkı
  • TESADÜFLERE İNANMAM
  • Bilmiyorum / Hatice Dikçe
  • İNSAN İÇİNDE İNSAN / Duygu YILMAZ
  • Selam Olsun / Oğuzhan Külte

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.

KİBELE Abone
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.