Sadece kuşların uçtuğu ve arada sırada köy dolmuşunun uğradığı, dağ başındaki sekiz haneli mezranın deresinin kenarında kadınlar, dibini harladıkları kazanlardaki suyla çamaşır çitiler gibi çocukları, dersini yüzercesine yıkıyorlardı. Ovula ovula ciğer gibi olmuş çocuklar, yıkanmanın yarısında dayanamayıp üryan üryan kaçıyorlardı. Anaları arkalarından temiz esvaplarını fırlatıyordu çocuklara. Temizlik kâbusa dönüyordu yavrular için.
Kadınlar canla başla, vücutlarının her parçasıyla, canından da başından vücutlarından da bezmiş olarak çarçabuk çamaşır yıkıyorlardı dere kıyısında, güneşin giderek yükselmesi çamaşır yıkamanın ıstırabının artması demek değildi sadece, koşuşturulacak diğer işlerin birikerek yığılmasıydı aynı zamanda. Eşlerinden duydukları ya kendi imkânlarıyla öğrendikleri çamaşır yıkama havadis paylaşımı bile ışık hızıyla yapılmıştı. Orada bulunan bulunmayan, hatta varlıklarını bile gıyabında bildikleri kimselerin, herkesin her şeyi hakkında tüm bilgiler değiş tokuş edilmişti. Acıyan etlerinin ve kemiklerinin tesellisiydi bu havadisler. Kadınlar havadis paylaşımında yaşa hürmet sıralaması yaparlardı ve her yaş grubunun belli bir adı vardı, daha doğrusu sıfatları; önce en yaşlı kadınlar olan, torunlarının çocuklarını görmüş neneler diyeceklerini derdi, sonra nenelerden biraz daha genç olan ve sadece torun gören teyzeler, sonra askerlik ve evlilik çağına gelen evlatlara sahip olan yengeler ve en sonda da çocuk ve bebek yaşta yavruları olan bacılar anlatırdı havadisleri. Serin serin akan derenin, etraflarını saran renkli ve uçuş uçuş doğanın hiç farkında olmadan öylece çamaşıra vermişlerdi tüm dikkatlerini. Kaynayan suyun ayarına, odunların tükenmişliğine, leğene yeteri miktarda konulmuş sabun ve çamaşıra dikkat kesilmişlerdi. Doğa hayalet gibiydi, ne kadar haraketli olursa olsun onların gözüne görünmüyordu. Gündeliğin telaşı kadar, havadisler kadar dikkatlerini çekmiyordu nedense şu etrafın güzelliği. Doğadan yararlanıyorlar, teşekkür ediyorlardı ama zihinlerini, bakışlarını teslim edip de izlemiyorlardı hiç. Oysa bir kerecik başlarını çevirip, bakıp görebilseydiler ruhlarındaki tüm acılara iyi gelecekti. Ama birer ruha sahip olduklarını da, acılarını görmezden geldikleri gibi görmezden geliyorlardı. Sadece kendilerine biçilen rolü oynamak değildi bu umarsızlık. Ya da çaresizlik, umutsuzluk değildi. Hayır, hiç biri değildi. Başlarını başka yöne çevirmekti sadece yaptıkları. Doğaya da kendi doğalarına da başını çevirmekti.
Alelacele çamaşırları kazanlara tepeleme yerleştirip, leğenleri, sabunları derledikten sonra sıra korları söndürmeye gelmişti. Çocuğu olmayan bir kadına bakınıldı koru suyla söndürmesi için, inançları öyleydi. Ateşi ancak ve ancak çocuksuz insanlar söndürebilirdi suyla ya da kumla. Ama yoktu. Genç kızlar evdeydi bitmeyen başka işler için. Evli olan tüm kadınların da çocuğu vardı. Ateş öylece bırakılıp gidilmezdi de, olacak iş değildi. Hiçbir şey için telaşlanmayan kadınları aldı bir telaş. Kör olası veletler de kaybolmuştu adeta. Derken, dereye bakan sipsivri kayalıkların diken gibi fışkırdığı dik uçurumlu tepenin başındaki mezarlıktan bir ses geldi. Hiçbir dile ait olmayan yanık bir türkü söylüyordu bu ses. Köyün on sekiz yaşlarındaki meczup delikanlısı Zürşap’tı sesin sahibi. Anası hemen seslendi delikanlıya. Ne yaptı ne ettiyse, ne dediyse delikanlı inmedi aşağıya. İnmek bir yana kendini göstermiyordu bile. Sadece söyleneni reddeden bir ses duyuluyordu.
“ Seni duyabiliyorum söyle ana ne istiyorsan yapayım ama aşağıya inemem ben. O deli karıların içine gelmem.” Diye bas bas bağırdı Zürşap. Anası çaresiz boğazını yırtarcasına vaziyeti duyurmaya çalıştı oğluna.
“ Gel söndür şu ateşi soğan akıllı.”
“ Ben inmem o deli karıların içine. Türkü yakmışım ben burada, ben bu ateşteyim.”
Kadın öfkeden saçını başını yolluyordu, ağzına ne gelirse savurdu, beddua etti küfür etti. Ama meczup inadı tutmuştu kolay değildi.
“ Yarın köye çerçi geliyor eşeğini satayım da gör sen!”
“ Benim dermanım olaydı kendi ateşimi söndürürdüm ama köye gidip size birini yollarım evsiz barksız çocuksuz. Yazıktır, eşek bensiz kalmasın”
Kadınların, iğne ucu kadar meselenin böyle mıh gibi olmasına canları sıkılmıştı. Kimseye ne bir faydası da zararı olan bu meczuptan bir şey istemek de akıl karı değildi. Kendi aralarında bir birini suçlayıp durdular. Ne vardı o kadar ısrar edecek? İçlerinden biri köye bir koşu gider birini bulur gelirdi bu meczuptan da bunca laf yemez, bunca vakit kaybetmezlerdi. Ama olan olmuştu, yarım akıllı yarı günlerini heba etmişti. Sürtüşmeye devam ederek toparlanıp yola koyuldular, Zürşap’ın anası ateşe göz kulak olmak için dere kenarında kaldı. Hava çok sıcaktı, etraf kuru otlarla, çalılarla doluydu. Maazallah sıçrayıp tutuşursa önü alınmazdı. Derenin bayır yukarısı sık ağaçlı bahçeydi. Kadınlar uzaklaşınca irice bir kayaya oturup terli ve iri memelerinin arasında sakladığı yarısı içilmiş, nemli bir dal sigarayı pas ve gaz kokan çakmağıyla yakıp emercesine çekmeye başladıTiraz yenge. Şehirden gelen sigaranın tütününü parmaklarının arasında yuvarlayarak boşaltıp kendi ektiği saf tütünü koymuştu. Bir filin bile ciğerindeki tüm oksijeni vakumlayacak kadar sert, ağır bir dumanı içine çekti. Ağzından, burnundan hatta kulaklarından bile kapkara dumanlar çıkararak nefesini verdi. Uzaktan bakıldığında kazanın altındaki dumandan ayırt edilemeyecek kadar kara bir kümeye dönmüştü. Bir gelene yakalanmamak için hızlı hızlı nefeslerle bitirip attı izmaritini
Delikanlı tepenin çalılı, jilet gibi keskin taşlı dimdik yokuşundan aşağıya doğru ayakları kesile kesile, bir birine dolana dolana, yuvarlana yuvarlana yola indi. Kıyısına düştüğü patika yol hafif bir yokuşla köyün yukarısına doğru kıvrılıyordu. Patikanın hemen yanı başında ise bostanlara su taşıyan incecik bir arık akıyordu. Arık, derenin köyün yukarı kısmından olan yerinden kazılmıştı. Oradan başlayıp neredeyse köyün tüm bostanlarını, bahçelerini dolanarak, bu patikanın yanı başından mezarlık tepesinin altını geçip, derenin köyün aşağı tarafında kalan kısmına dökülüyordu. Yani derenin ince bir damarı köyün bedeninin parçalarına can verdikten sonra yine dereye kavuşuyordu. Zürşap patikadan gitmek yerine arığın içinden yürüyerek devam etti yoluna. Damarın üstüne basa basa, damarın berrak can veren pırıl pırıl suyunu, bulandırıp çamurla pıhtılaştırarak şap şap yürüdü. Arığın yönüyle patikanın yönü aksi istikamette ayrılınca patikadan yol almayı sürdürdü. Üstünde, zaten lime lime olmuş, basmadan açık kahverenginden pantolon ve naylon sarı bir ceketten ibaret kıyafetleri hepten iplik ve plastik parçalarına döndü. Toza, çamura dikene bulanmış bir şekilde üç ahır, beş ev ve bir kurumuş çeşmeyi geride bırakarak köyün yukarısına vardı. Köy muhtarının etrafı her hangi bir duvar, çit, çeper ya da benzeri bir şeyle çevrelenmeyen, yol üstündeki bahçesinde, dut altındaki masada köyün erkekleri miskin miskin kâğıt oynuyorlardı. Orta boylu, burnundan tutundan tüm uzuvlarına kadar her parçasıyla etli, yağlı bir kütüğü andıran muhtarın etrafına toplanmışlardı. Bir kısmı masadayken bir kısmı ayakta durmuş masadakilerin tepesinde dikilmişlerdi. Kül tablalarında izmaritler, sarma cigaralar, esrarlar, küller piramitlerle yarışacak kadar yükselmişlerdi ve ceset gibi kokuyordu. Bardaklardan, yarısı içilmiş çayların dibinde biriken şekerden mütevellit, yapışkan ağır bir koku yükseliyordu etrafa. Bahçenin üç beş güzelim çiçeği dumandan ve kokudan solmuştu neredeyse. Bu kokuların, dumanların, gevşek seslerin içine dalıp karşılarında dikilen, bataklıktan çıkmış çürümüş kamışlara benzeyen delikanlıya şaşkın şaşkın baktılar. Tam oracığa yığılıp ölecek sandıkları delikanlı, onlar daha bir şey demeden:
“ Deredeki kadınların ateşi varmış, bir erkek gelsin de söndürsün diyorlar!”
“????”
“Anan da mı istiyor?” diye gök gürültüsü gibi güldü ihtiyar muhtar tüm yağlı etleri sarsıla sarsıla. Masadakiler ne yaşına ne de muhtarlığına yakışmayacak bu sarsıntıya katılmadı. Zürşap’ a bakar gibi baktılar yaşı başında olmayan muhtara. Zaten oyunda da hep hile yapıyordu, ikram ettiği çaylar da bayattı, sırf yaşına hürmeten ses çıkarmıyorlardı. Şimdi bu biçimsiz kelam ile tüy dikmişti. Adamın sarsıntıları azalarak dinince rüzgârın esintileriyle birlikte sessizlik etraflarını yalayıp geçti. Gırtlaktan değil borudan çıkarcasına yükselen bir sesle: “ Ulan arpa beyinli ne biçim laf o öyle?” dedi köyün külhanisi Farhaz.
“Anam öyle dedi. Hem dedi ki soysuz da olsun, çoluksuz çocuksuz, dölsüz, kısır olsun dedi. Allah soysuzlara günah yazmaz mı ondan mı öyle dedi anam?
Bu sefer muhtarın yirmi yıllık evli çocuksuz büyük oğlu hiddetten sarsılarak oturduğu sandalyeyi tekmeleyerek fırlatıp delikanlının üstüne çullandı. Kimse yine kıpırdamadı. Delikanlı yumrukların, tekmelerin arasından bağırıyordu:
“ Anam sana demedi zaten amca, sen bu köyde oturmuyorsun ki. Sen yolsuzlukla yolunu bulanlardanmışsın, ondan gidebilmişsin şehre. Herkes biliyormuş. O sebepten sana değmez bu laf”
Delikanlı kendini kurtarıp koşarak kaçarken arkasını dönüp bağırdı:
“ Bu köyün hepsi deli, karıları deli, erkekleri deli, çocukları deli, bu gidişle ben de delireceğim!”
Muhtar ve oğlu ayakta zar zor dururcasına öfkelerinden kalan son titreyişlerle masadakilerin yüzlerine tükürürcesine baktılar. Arkalarından konuşulanları bal gibi bilmelerine rağmen bir delinin ağzından duymak ağırlarına gitmişti. Oysa bunda gücenecek ne vardı ki? Herkes herkesin ne mal olduğunu biliyordu, bildiklerini de paylaşıyorlardı birbirleriyle. Ortada alınganlık yapılacak bir şey yoktu. Hepsi de biliyordu ki muhtarın oğlunun aşırı tepkisi, çocuksuz olduğuna dokundurulması değildi. Onun soysuzluğunun manasının başkaca olduğunu kendisi de bilirdi. Bu soysuzluğu yüzüne vurulduğu için gaddarlaşmıştı. Allah da biliyordu ya tam bir soysuzdu Mahsünyel. Yalan, hile, iftira, dalkavukluk, hakkı olmayanı alma, hakikati çarpıtma ne ararsan karanlıkta olan hepsi de vardı huyunda suyunda. Babasının aksine kıl kadar ince uzun boyluydu. Her yeri upuzun kırklı yaşlarının ortasında bir adamdı. Konuşan sarı bir sırığı andıran upuzun bir gövdesi vardı, bacakları, kolları, parmakları upuzundu, sırıktan sarkan iplikler, sicimler gibiydi uzuvları. Kendisi hareket ettirmiyordu da, ipli bir kukla gibi sanki birileri kaldırıp indiriyordu kollarını bacaklarını. Yuvarlak ama kuru bir yüzü vardı ve yüzünde de en kuru yeri burnuydu. Sarktığı yüzden her an aşağı düşecekmiş gibi duruyordu. Konuştuğu zaman ağzı, kuru, yok denecek kadar ince dudakları kıpırdamıyordu da bir kibrit kutusundan kibrit çöpleri sallanıyordu sanki. Saçları yoktu, bu o yaştaki çoğu erkek için bu çok da anormal değildi ama onun neredeyse yirmi yıldır saçları yoktu. Kaşları ve kirpikleri azıcık gür olaydı belki o yılan gözlerini yumuşatırdı ama o da yoktu. Birkaç tanecik sarı tüyden gayri yüzünde hiçbir şey yoktu. İçi nasıl çekilip kurumuşsa hasetlikten, fesatlıktan, ince hesaplılıktan ve daha insan olana sığmayan nice kem huydan, dışı da öyle nasibini almıştı içinden. Onca parası, varlığı, refahı varken azıcık tüyden, azıcık etten, azıcık huzurdan yoksundu. İçi dışı birdi; ne içi vardı ne de dışı.
Hem muhtardan hem o soysuz, kupkuru oğlundan illallah etmişlerdi. Hele oğlu, yüz otuz kilo metrelik yolu üç günde bir teper gelir, kaşıkla verdiği iki tatlı muhabbete böyle kepçeyle zehir katar giderdi. Minnacık mezrada üç-beş hemşeri anlaşamamışlar demesinler diye her bir şey ya sineye çekiliyordu ya da alaya vurularak görmezden geliniyordu. Bir dahaki seçimde tez elden bu elden düşme muhtarı elden çıkarmak lazımdı ama yerine de seçecekleri uygun biri o kıt akıllarına gelmiyordu işte. Kendi çaplarına en uygun kişi buydu. Farhaz paradan puldan, alış verişten, ekip biçmeden, hayvandan da insandan da anlardı lakin pek tarafsız ve hakkaniyetliydi. Olur olmaz zamanlarda doğruculuğu tutardı. Yanlış olana da yanlış yapana da eyvallah etmez çizerdi üstünü. Ama köylüler her türlü rezilliğe rağmen alışmışlardı birbirilerine karşı bir gözü kör bir kulağı sağır olmayı. Farhaz’ın gözü de kulağı da açıktı hep, bu sebeple kaynayan aklı ve yüreği ağzına akardı. Akan o coşkulu laflarla taşınan kayalar taşlar muhatabın böğrüne böğrüne saplanırdı. Köylü dediğin her zaman her bildiğini herkese demezdi. Velhasıl Ferhaz kimsenin işine gelmezdi. Geriye kalanlardan da kimi seçsen koltuğa oturunca muhtar gibi olacaktı zaten. Ama bu muhtarla da artık oluru yoktu. Köylünün işi zordu. Hafif akılları ağır yüktü. O kıt akıllarıyla ne seçim yapabilmiştiler ne yaptıkları seçimle ihya olmuştular ne de yenisini seçebilecek halleri vardı. Köyün kadınlarına şaka yollu dil uzatmak da başka türlü bir rezillikti. Artık akılları yoksa dahi azıcık ahlakları varsa bir yolunu bulup kurtulmalıydılar muhtardan. Kurtulması gereken şeyler giderek çoğalıyordu. Resmi baskı, askerler, yokluk, cehalet ve nihayet muhtar. Beli her şey bir muhtardan kurtulmakla başlardı kim bilir? Kimse bilmezdi işte. Bilirdi belki de. İşte öyle hafifti ki kafanın içindekiler oradan oraya üflenen bir tüy gibi savruluyordu. Hal böyle olunca da vaziyet zorlaşıyordu, yük artıyordu. Muhtarı ve oğlunun bir şeyler bekleyen bakışlarına aldırmadan, tarlada ara verdikleri işlerini aniden hatırladılar, sandalyelerinin altına sakladıkları kazma kürekleri omuzlarına attıkları gibi homurtularla köyün sağına soluna birer ikişer dağıldı masadaki adamlar. Ferhaz herkesin çekip gitmesiyle avıyla baş başa kalmış yırtıcı bir hayvan gibi temkinli adımlarla, kemiklerinin üzerini kaplayan azıcık etten ibaret, upuzun gövdesini dut ağacına yasladı, bir omzu dutun bedeninde, hafif eğilmiş bir şekilde epeyce bir süre muhtarı tepeden tırnağa taradı. Muhtarın bedenine, kanca misali koyu yeşil gözlerinden fışkıran buz gibi bakışlarını geçirdi. Gözlerini bir an olsun ayırmadan, kırpmadan dakikalarca baktı ve kulaklarını kapatan kumral, kıvırcık saçlarıyla kaplı başını sallayarak:
“Bu böyle gitmez” dedi
“ Neymiş öyle gitmeyecek olan? Hep kavga ederiz. Ne var bunda?”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Ne gitmez? Açık açık desene hele”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Eşkıyayla düşüp kalkan senden mi akıl alacağım ben”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Dağda bayırda kurda kuşa türkü söyleyen senden mi akıl alacağım ben”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Okuduğu mektebin bile hakkını verememiş senden mi akıl alacağım ben.”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Ailesinin ümidini uç kuruş etmeyen köye gömen senden mi akıl alacağım ben.”
“Bu böyle gitmez” dedi yine Ferhaz.
“Köylüsüyle arkasını dönüp, burnunu kıvırarak konuşan senden mi akıl alacağım ben”
Ferhaz, içinde milyon tane tehdit dolu bu cümleyi muhtar ne kadar dediyse, saydırdıysa, o kadar tekrarladı. Ferhaz ne kadar buz kesiği gibiydiyse muhtar bir o kadar hiddet ateşine dönmüştü. Oğlu bile korkusundan ne ikisinin arasına giriyor ne Ferhaz’a saldırıyor ne de babasını savunuyordu. Sonunda raydan çıkmış ve parçalanmış olan muhtarı uçurumdan atarcasına son bir defa daha:
“Bu böyle gitmez” dedi Ferhaz
Muhtar hantal gövdesiyle evinin eşiğine, oradan da odasının içine yuvarlandı. Homurtularla demirden karyolalı yatak odasına daldı. Kapıyı öyle bir çarptı ki mezardaki ölüler bile duydu. Muhtarın oğlu bir süre kapının önünde öylece kalakaldıktan sonra daha az asabi bir şekilde evine girdi. Kapıyı örtmeden geçip kapının tam karşısındaki divana çöktü. Sonuçta evin içinde anası vardı. Anasının yanında öfkelenmek de en az ağlamak kadar ayıptı onun için. Huzursuz huzursuz, anasının ocak başındaki çalışmasına verdi dikkatini. Bir yandan da açık kapıdan göz ucuyla o musibetin orada olup olmadığını kontrol ediyordu. Gitmişti. Ne ara gitmişti? Kendisini divana atalı şunun şurasında ne kadar zaman almıştı ki? Uğursuz şey! Delinin teki işi nereden nerelere vardırmıştı. Koca adamları ne hale getirmişti mendebur. Meğer öfkeleri buzlu bir camda saklıymış bir fiske ile tuzla buz olmuş, camın içinde sakladıkları her türlü rezillik etrafa saçılmıştı. Herkes payına düşecek kadar toplamıştı kırılıp, saçılan camlardan. Saklayacaklardı bu keskin parçaları ve yaralamak için kullanacaklardı. Köylü bunu unutmayacaktı. Gördüğünü unutmayacaktı, duyduğunu, bildiğini unutan köylü bunu unutmayacaktı. Öfkesini bir meczuptan alacak kadar alçalmış olan bu alev topcuğunu unutmayacaktı. Cürmü kadar yer yakmak bu olsa gerekti. Cürmünün ne kadar küçük, ne kadar bayağı olduğunu görmüşlerdi. Ateşinin gücü yaka yaka bir garibana kadardı. Öfke en görünür, en şeffaf şeydi. Hileyi, yalanı, namussuzluğu, her türlü alçaklığı saklayabilirsin ama öfke öyle değildi. Üstelik diğer tüm o rezillikler de öfkenin ateşiyle birden görünür olurdu. Ama köylünün unutmamasından daha önemlisi o unutmayacaktı. İpliği öfkeyle pazara çıkmıştı. Ve bebekliğinden ta ömrünün şu anına kadar korku nedir hiç ama hiç bilemeyen yüreği, korkudan boğuldu. Nefesi kesildi. Ferhaz haklıydı : “ Artık bu böyle gitmezdi.”
Ferhaz ateşi söndürmek için dereye vardığında kadınlar dakikalarca evvel gitmiş geriye, sabun, toz deterjan kokusu bırakmışlardı. Doğaya tapan Ferhaz hiç hoşlanmadı bu kokulardan. Zürşap’ın anası Tiraz yenge, dereye inen yokuştaki bir dut ağacının altında uyuya kalmış, ateş de kendiliğinden çoktan sönmüştü, rüzgâr külleri sağa sola savuruyordu. Kadın birden bire hiç uykuya dalmamışçasına bir dinçlikle doğruldu ağacın altında. Ateşin sönmüş olduğunu görünce büyük bir memnuniyet duydu.
Tanrıların gazabına uğrama korkusuyla yolladıkları meczup delikanlı bir zalimin yüreğine korku salmıştı. Artık köylülerin ne tanrılardan ne de zalimlerden korkusu kalmayacaktı.