Denizi bile olmayan o koca şehri bırakıp doğduğum, büyüdüğüm küçük kente dönerken orada neler yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Aklımda yalnızca anneannemin bana, yaralarıma iyi geleceği vardı. Çocukken de canım yandığında ona koşardım. Cebinde taşıdığı lavanta, kekik kokusu mu; saçlarımı okşarken mırıldandığı ezgiler miydi beni iyileştiren, bilmiyorum. Çevremde herkes Karadeniz gibi hırçın, dalgalıyken o farklıydı. Sakin, bilge ve anlayışlı. Dedem “Nenenin kanı bizimki gibi deli akmaz. Suyun öte yanından gelmiş onlar,” derdi.
Uçak havaalanına doğru alçaldıkça burnumun direği sızladı. Kaç yıl oldu buralara gelmeyeli? Son yıllarda yeni bir aşkın heyecanına kapılıp çok ihmal etmiştim anneannemi. Eve ulaşıp, onu hasta, avurtları çökmüş, yanakları ateşten al al olmuş, yatarken görünce utandım kendimden. Yatağında küçücük kalmıştı. Görmez gözlerle yüzüme baktı. “Marika, sen mi geldin?” dedi. Şaşırdım. Unutulmak değildi içimi yakan, onu çok sevmeme rağmen son zamanlarda hatırıma getirmememdi. Ancak başım sıkışınca… Kendi derdime düşüp… Of…
Kimi vardı ki hayatta bizden başka? Annem tek çocuğu, bense tek torunuydum. Kocası, kardeşleri öte dünyaya çoktan göçmüştü. Annem annesini bana emanet edip babamla Kanada’ya yerleşmişti. Peki ben ne yaptım? Gözüm kimseyi görmedi Mert yaşamıma girdikten sonra. Girmez olaydı.
“Marika, sen mi geldin?” Marika kimdi acaba? Yabancı isimli komşularımız vardı ama Marika’yı hatırlamadım. Bunamaya mı başlamıştı acaba?
Komşulara hastalığını bize duyurmaması için yemin ettirmiş. Başlarda beni, annemi sayıklarken son zamanlarda dalgınlaşmış, Marika diye birini çağırır olmuş. Bunca zaman haber almazsam, gelmezsem olacağı buydu.
Yere batsın benim aşkım. Her şeyi, herkesi unutmaya değer miydi o şerefsiz için? Hani çok âşıktı bana? Bana mı, öteki kadına mı? Hangimiz ötekiydik acaba? Sonunda gözüm açıldı da terk ettim Namert Bey’i. Hem onu hem de onunla yaşadığımız kenti. Ayrılık acısı mı yoksa aldatılmanın öfkesi miydi içimi yakan? Böyle bir zamanda düşündüğüm şeylere bak! Zaten bütün tatsız anılarımı unutmak, anneannemle yeni bir yaşam kurmak için gelmemiş miydim buraya?
Anneannemin durumunu görünce, önceliğim o oldu elbette. Hemen eve doktor çağırdım. Evde çözülebilecek bir şey olmadığı anlaşılınca, hastanenin yolunu tuttuk. Orada haftalarca kaldık. Çok dirençli bir mikrop kapmış. İlaçlarını düzenli kullanmamız ve yakın ilgimle yavaş yavaş iyileşti. Unutkanlığı azaldı, yatağından çıktı. En güzeli de beni hatırladı. “Güler, kızım, susadım,” dediğinde dünyalar benim oldu.
Gün geçtikçe birbirimize derman olduk. Daha en başında Karadeniz’den ayrılmamalıymışım meğer. Evim zaten hep burada beni bekliyordu.
Bir gün anneannemle sohbetimiz koyulaştığında aklıma takılan soruyu sordum. “Marika kim nene?” Eskisi gibi ona nene demeye başlamıştım. “Marika öyle kuru kuruya anlatılmaz. Demle bakalım bir çay da içerken anlatayım onu sana.”
Kapı önüne, dedemin vaktiyle diktiği incir ağacının altındaki masaya kurulduk. Çayın yanına fındık kırarken anlatmaya başladı.
“Marika benim en sevdiğim çocukluk arkadaşımdı. Aynı zamanda, bizim uzak akraba Ahmet Ağabey’in yavuklusuydu. Sevdaları dillere destandı. Evleneceklerdi. Kınalar yakıldı. Düğünleri kuruldu. Bilirsin bizim buraları, eğlencelerde marifetmiş gibi silah sıkılır bolca. Kurşunlardan biri damadın kalbine isabet etti. Marika’nın gelinliği sevdiği adamın kanıyla kıpkırmızı olmuştu. Kim vurduya gitmişti Ahmet Ağabey. Bu olaydan sonra çok geçmeden tası tarağı toplayıp Batum’a yerleşti Marikalar.
“Çok üzüldüm nenem. Peki sonra haber alabildin mi hiç onlardan?”
“Mektuplaştık hep. Aslında uzak değildik birbirimize ama aramızda Sarp vardı. Sınırlar olunca uzak sanıyor insan memleketleri. Geçen yıl cenazesine bile gitmek kısmet olmadı.”
Son çayını da içip yerinden kalktı. “Gel peşimden,” dedi bana. “Ondan bana kalanların hepsi içerideki sandıkta.”
Oyalı bir bohçadaydı Marika’nın anıları: Bir sürü mektup. Bir de telden yapılmış zarif bir insan figürü.
“Bu da ne böyle?”
“Bu kocaman bir heykelmiş Batum’da. Zamanın ünlü âşıklarının anıtıymış. ‘Bizim gibi kavuşamamış bunlar da’ diye yazmıştı Marika. Gel de sana gerçeğini göstereyim, diyordu. Gidemedim. Ne bu heykeli ne de yıllar sonra Marika’yı görmek nasip değilmiş.”
“Neneciğim, nasıl olsa epeyce iyileştin. Götürürüm ben seni.”
“Uy uşağum, götürür müsün hakikaten?” Ne kadar sevindiğini uşağum, demesinden anlamıştım. Bir de çakmak çakmak bakan maviş gözlerinden. Son kontrole gittiğimizde doktoru da yolculuğa izin verince Batum’a gitmeye karar verdik. Marika’nın mezarını ziyaret edip bir de o koca heykeli görecektik.
Yola çıkmadan önce Batum’u, oraya nasıl gidebileceğimizi, o heykeli biraz araştırdım. Heykel Gürcülerin Romeo ve Jülyet’i sayılıyormuş. Âşıkların isimleri Ali ile Nino’ymuş. Ancak elimizdeki biblo tek parçaydı. Nenem de bir kadınla bir erkekten söz etmişti. Kaybolmuş olabilir miydi biri?
Bu gezi benim için de ilginç olacaktı. Nenemi son yıllarda bu kadar ihmal etmemin mahcubiyetini de bir nebze giderecekti. Heykeli çok merak etmeye başlamıştım.
Araba kiraladım. Çıktık yola. Sırf bu yolculuk için bile değermiş. Bizimki tatlı diliyle geçmişten, gelecekten söz açtıkça yolun nasıl eridiğini anlamadım. Sınır kapısında da işlemlerimiz çabuk halloldu. Batum’a ayak daha doğrusu tekerlek bastık.
Önce mezarlığa gittik. Yıllarca görüşemeyen iki arkadaş biri ölünce ancak buluşmuştu. Bu bile hiç yoktan iyiydi. Nenem, “Marika, bak ben geldim,” diye diye ağladı. Yılların özlemiyle bir güzel içini döktü.
Heykelin deniz kıyısındaki bir parkta olduğunu biliyorduk. Yola koyulduk. Devasa bir anıt çıktı karşımıza. Bu kadar görkemli olacağını beklemiyordum. Aynı çantamda duran biblo gibi sarmal teknikle yapılmıştı. Tek farkı gerçeğinin bir kadın ve bir erkek olarak iki figür olmasıydı. Çok hoş görünüyorlardı. Bir yere oturup izlemeye başladık.
İncecik, örgülü saçlı bir genç kız geldi yanımıza. Kırık Türkçesiyle “Heykelin hikayesini anlatayım?” diye sordu. Memnuniyetle teklifini kabul ettik. Başladı anlatmaya.
“Her şey Bakülü bir yazarın “Ali ve Nino” adlı romanı yazmasıyla başlamış. Roman, Azeri genç Ali ile Gürcü kızı Nino arasında yaşanan imkânsız aşkı anlatıyor. Bu büyük aşk Müslüman ve Hristiyan çevreler tarafından hoş karşılanmamış. Buna bölgedeki siyasi sorunlar da eklenince gençlerin hayatı iyice zorlaşıyor. Sevgililer birçok zorluğu aşıp kavuşsa da savaş onları ayırıyor. Ali vurulup ölüyor. Yaşanan aşkı ne Nino ne de tanık olanlar unutuyor.”
Nene torun genç kızın anlattıkları karşısında hüzünlendik.
“Gelelim şimdi aşkın dansına,” diyerek arkasındaki anıtı gösterdi. “Gürcü heykeltraş Tamara Kvesitadz bu romandan çok etkilendiği için yarattığı bu kadın ve erkek heykeline “Ali ve Nino” ismini vermiştir. Üstelik bu heykel hareket ediyor.”
“Nasıl hareket ediyor?” diye atıldım. Demek gelmeden önce yeterince araştırmamıştım.
Genç kız saatine bakarak “Birazdan göreceksiniz,” diye cevap verdi. Heyecanla gözümüzü heykele dikip bekledik. Bu arada çat diye bir ses çıktı. Çantamdan ne zaman çıkardığımı fark etmediğim biblo elimden düşmüştü. Yerde iki tane heykelcik vardı. Neneme “Senin heykel doğurdu,” diyecektim ki…
Yüksekçe bir platformun üzerinde kadın bir tarafta, erkek diğer uçta, yüzleri birbirine dönük duruyordu. Önce içlerine yerleştirilmiş lambalar yandı. Işıl ışıl oldu her yer. Sonra heykeller yürümeye başladı. Daha doğrusu kayar gibi hareket ediyorlardı. Nutkumuz tutuldu.
Âşıklar birbirine iyice yaklaşınca “Ne olacak şimdi?” diye düşündüm. Bedenleri birbirine değecekken öpüşmeye başladılar. Giderek daha derinden, daha ileriye… Bedenleri iç içe girdi. Tek vücut oldular. Yavaşça birbirlerinden sıyrılarak sırt sırta uzaklaştılar. Zıt yönlere doğru gittiler. Başlangıç noktasına geldiklerinde dönüp yine birbirlerine yürüdüler. Hep aynı buluşma, birleşme olduğu halde farklı gibi geldi bize. Heyecanla izledik. Bir yanda Karadeniz’in müzikli dalgaları, diğer yanda parkın içinde aşkın dansını yapan sevgililer… Müthiş bir şölendi. Orada ne kadar zaman geçirdiğimizi bilmiyorum. Gösteri bir süreliğine durduğunda hava iyiden iyiye kararmıştı.
Bir elimdeki heykelciklere bir karşımda duran dev heykellere baktığımda farkına vardım: Ali’nin de Nino’nun da kolları yoktu. Nasıl daha önce farkına varmamıştım? Bu kadar dalgın, dikkatsiz oluşuma şaşırdım. “Nene, sence neden kolları yok?” “Neden olacak? Kavuşamamışlar ya, ondan.” Güngörmüş kadındı vesselam. Aşkı da bilirdi.
“Kızım, elindeki nasıl iki tane oldu?” dediğinde artık bilgelik sırası bendeydi. Sonu başarısız da olsa ben de aşklar yaşamıştım. “Marika paket yaparken ayrı durmalarına razı olmamış, olabildiğince birbirlerine sarılabilsinler diye iç içe koymuş âşıkları. Onlar da sevdalısını sarıp saklamış. Biz de iki ayrı figürden oluştuğunu anlamamışız.”
O anda parmağımda unuttuğum Mert’in hediyesi yüzüğe takıldı gözüm. Ağzımı çarpıtan acı bir gülümseme takıldı dudaklarıma. Elimdeki fazlalığı çıkarttım. Bize rehberlik yapan tatlı kıza uzattım. Şaşırdı. “Neden ama?”. “Benim parmağımı acıtıyor,” dediğimde sevinerek kabul etti. İçimdeki Karadeniz dalgalandı, dalgalandı ve duruldu sonunda. Mert defterini kapatmıştım. Böylesi aşklar yaşamayacaksam varayım aşksız kalayım, diye geçirdim içimden. Ali ile Nino’nun aşkı gerçekti, saf aşktı. Ayrı da düşseler şimdiki uyduruk aşklara inat, ömür boyu kalpleri hep birbirlerinde kaldı.