“Edebiyat nedir diye soruyorlar bana yıllardır. Edebiyat…”
Bir tanım yapmam bekleniyor, kısa, öz ve kesin. Oysa edebiyat, bir sözlük maddesinin dar satır aralarına sığmaz. O kelimelerle kurulan bir şehir gibidir. Sokaklarında gezerken her köşe başında başka bir hikâye, başka bir duygu karşılar sizi.
Edebiyat, insanın kendi içine tuttuğu aynadır. O aynada yalnızca yüzünü değil, derinlerde saklı kalan tüm kırıklarını, yaralarını, umutlarını ve hayallerini görürsün. Bir şiirin içinde bazen kendi çocukluğuna rastlarsın, bir roman kahramanının ellerinde kendi çaresizliğini bulursun. İşte bu yüzden edebiyat, yazandan çok okuyanı tamamlar. Yazar bir cümle kurar, okur o cümlede kendi hikâyesini yaşar.
Edebiyat, zamanın bile hükmedemediği bir sığınaktır. Bir mektupta yıllar öncesinin kalp atışlarını duyabilir, yüzyıllar önce yazılmış bir destanda hâlâ taze duran cesareti hissedebilirsin. O, insanlığın ortak hafızasıdır. Diller, coğrafyalar ve çağlar değişse de duyguların dili hep aynı kalır.
Ve edebiyat… Bazen bir suskunluktur. Söylenemeyenlerin, yutkunup içe gömülenlerin kelimelere sığınma biçimi. Bazen de bir çığlıktır. Görmezden gelinen acıların, unutulmak istenen hatıraların haykırışı. Kimi zaman tek bir kelime, sayfalarca anlatılamayanı taşır sırtında.
Bana göre edebiyat, insan olma hâlinin en dürüst itirafıdır. Bir cümleye yüklenen ömür, bir satıra sığan kalp çarpıntısıdır. Her şeyin unutuşa karıştığı bir dünyada, hatırlamak için, hissetmek için, insan kalmak için vardır.