Sadece adını değil,
Sükûnetini de benzetirlerdi.
Sessizliğe dokunur gibi yürürüm,
İçimde hep ince bir dikiş çalışır.
Bilirim:
Bazı kırılmalar, sadece içeriden duyulur.
Ben Reyhan’ı kalabalıklarda değil,
Sükutu dikerken öğrendim.
Biraz daha az konuşur,
Biraz daha çok anlatırdı.
Bilirdi terzilik sadece kumaşla değil,
İnsanla uğraşmayı gerektirir.
Gümüş kaşıkla başlanan günler,
Altın tabaklarda sessizce bitmişti.
Göç, kapıyı çekip gitmek değilmiş;
Bir kuşağın hafızasını
Başkasının evinde unutmakmış.
Unutmamıştı.
Reyhan’dı babaannem.
Kardeşlerini göçün kör kuyusuna uğurlamış,
Elinde iğnesiyle geçmişi yamamıştı.
İğneyle değil, sabırla dikerdi.
Bazen sözcüklerin yerine
Suskunluk koyardı iplik gibi
Bir ilmik, bir yutkunma…
Bir fırıncının avlusunda yeniden başladı hayat.
Bakır kaplarda pişen çocukluk,
Unla yoğruldu.
Gümüş kaşıkla büyümüş biri
Tahta kaşıkla zarif kalmayı bildi.
Reyhan sustu.
Kumaşa değen her ilmek
Baba oldu, anne oldu,
Gençliklerini göremediği kardeşler oldu.
Her sofrada sessizce buyur etti,
Bilinmezliğe giden geçmişindekileri.
Altın, gümüş sofralara oturmuştu.
Bir tabak değildi eriyen köz ateşte
Bir ömür, bir hafıza, bir incelikti.
Asalet, bağırmakta değil,
İçinden sarsılarak susmakmış.
Alevde bile sabit kalmaktaymış.
Bugün aynaya baktığımda
İçimde bir dikiş ses verir:
“Bana Reyhan derlerdi.”
Her sessizliğimde
Bir iç dikiş çekerim kendime.
Sözcük yerine sabır koyarım.
Ve ben artık,
Ne zaman sustursam kendimi,
Bir ilmek daha atarım geçmişe.
Geçmişteki Reyhan’a.