Ah, zaman ah…
Senin için ne çok söz söylendi, ne çok anlam yüklendi:
” Zamanla geçer” dediler,
”Zamanla diner acı, unutur yürek, kabuk bağlar yara…”
Sanki sen sabırla yoğrulmuş bir hekimdin. Sanki seni bekleyen mutlaka iyileşecekti bir gün.
Ama unuttular…
Unuttular ki, bu dünyada karşılıksız hiçbir şey yoktur.
Unuttular ki, sen de her verdiğinin bedelini bir gün alırdın- söke söke, azar azar.
Ne başımızdan tel tel dökülen saçları, ne ağızda tek kalan dişleri, ne azalan kirpiği, kaşı hesaba kattılar.
Oysa sen, bizi yavaş yavaş törpüledin. Boydan çaldın, belden büktün, omuzu çökerttin. Ve biz, çaresizlikle baktık ardından, bir şey yapamadık.
Cildimize suskun coğrafyalar çizdin, her kırışık her bir iç çekişin izini taşıdı. Lekelerle imzaladın ellerimizi; feri sönmüş gözlerle baktık aynalarda yabancılaşmış kendimize.
O eski gülüşlerimizin yerinde, şimdi buruk bir kabulleniş var. Kalbimizde bir iç yangını; dilimizde zamanı geçmiş keşkeler.
Yaşanmışlıklar – bir sinema perdesinden geçer gibi gözümüzün önünden geçip gitti. Hayat bir filmse biz son sahneye hazırlanıyoruz belki. Ve sen sahnenin görünmeyen yönetmeni…
Ah, zaman ah…
Gençliğimizin hoyrat sabahlarında seni hafife aldık. Sonsuz sandık, yarınlara borç verdik ömrümüzü, daha çok günümüz var zannettik.
Zaman:
Sen dost musun, düşmanımsın? Kimi zaman yüzümüze güldün ipliği çözülmüş bir mutluluk giydirdin üzerimize. Kimi zaman da, en savunmasız yerimizden vurdun bizi vakitsizce. Sonra sustun. Sanki hiç bir şey olmamış gibi geçip gittin.
Ve en sonunda…
İlaç diye bizi kendine muhtaç ettin. Ve biz seni sürdük yaralarımıza, seninle avutulduk. Ama her ilaç gibi senin de yan etkilerin vardı. Biz bunu hep unutan hep geç anlayandık.
Zaman:
Her şeyi siler süpürür, sırası geleni götürür, sırası geleni getirirsin. Hiç şaşmaz, hiç durmazsın. Ne uykun vardır ne molan. Saatlerin bile hep senin ardında yürür, biz hep bir adım geride.
Zaman, senin bizimle derdin ne?
Ne dur bilir sin, ne durak. Ne olur! Biraz sus, biraz dur. Bizi biraz da kendi halimize bırak.