Bu mahalleyi sürekli ziyaret eden, sırtlarındaki küfeler ile mahallenin günlük gereksinimleri olan sebze ve meyveyi karşılayan satıcılardan başka; haftada bir kez de olsa bu semte balıkçılar uğramazdı. Bu balıkçı yolunu şaşırmış besbelli! Bilmeliydi bu mahalleden kimsenin balık almadığını. – Taze balık… Derya kuzusu bunlar, taze balık! Denizden yeni çıktı!
Acemi balıkçı sokakta bir aşağı, bir yukarı gidip gelerek, bağırıyordu! Bizim evde balığın pişirilmediğini bildiğimden, nedenini babaanneme sordum.
– Babaanne, biz neden balık yemiyoruz? Hâlbuki çok yararlı bir besin olduğu söyleniliyor ve kitaplar öyle yazıyor.
Babaannem beni karşısına aldı, uzunca bir süredir bu soruyu kendisine sormamı bekliyormuş gibi yukarıdan aşağıya gözleriyle süzdü. Aradığını bulmuş gibi emin bir ses tonuyla;
– Gel otur karşıma Ayşe kızım. Artık sana öykümüzü anlatmanın zamanı geldi. Birinci ağızdan dinle ki yanlış bilgilerle kafan karışmasın. Senin yaşındayken beni de şimdi benim seni karşıma aldığım gibi, babaannem beni karşısına almış ve anlatmıştı:
Kuzey Kafkasya’nın verimli topraklarında yaşıyorduk. Tanrının insanlara verdiği tüm doğa güzellikleri ve zenginlikler topraklarımızda vardı. Bir rivayete göre,
Tanrı dünyadaki toprakları insanlara dağıtırken, orayı kendine ayırmış! Toplantıya geç gelen Çerkezlere yer kalmayınca Tanrı sormuş:
– Neden geç geldiniz, bakın size toprak kalmadı.
Çerkezleri temsilen giden;
– Konuğumuz vardı, onu ağırlamadan gelemezdik, konuğumuzu ağırlayıp öyle geldik, geç gelmemizin nedeni budur, demiş. Gerekçelerini uygun, hatta çok örnek bir davranış olarak gören Tanrı;
– O halde kendime ayırdığım bu güzel toprakları size veriyorum, diyerek Çerkesleri ödüllendirmiş.
Bu topraklarda bolluk ve güzellik içinde yaşayan atalarımız, konuk severlikleri kadar, özgürlüklerine de düşkün insanlardı. Kuzeyde gün geçtikçe güçlenen Çarlık Rusya’sı, güneye inme amacıyla özgürlüğüne tutkun bu halka zulmetmeye başladı. Osmanlı gezginlerinin göz kamaştıran vaatleri karşısında kararsız; Rusların zulmü karşısına çaresiz kalan Çerkesler, yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Tarihte, insanların en çok ‘kırıma’ uğradığı göçlerden biri olarak bilinen “Çerkes Göçü” böylelikle başlamış oldu.
Kağnı arabalarına, bizi gideceğimiz yere götürebilecek yiyecek ve barınma eşyalarımızı alarak yola çıktık. Kafkas Dağları’nı, Kabada Vadisi’nin derinliklerinden geçerek Soçi Limanı’na varmaya çalışıyorduk. Mevsim gereği yollar çamurdu, yolculuk zordu. Bazen bataklıklara batıp-çıkarak, bazen sazlıklara tutunarak geçtik. En büyük engelimiz yağan yağmurlarla coşan Soçi Irmağı’nı geçmekti. Irmak suyunun geçmemize izin verecek kadar sığlaştığını tahmin ettiğimiz bir yerden, ırmağı geçmeye karar verdik. Büyüklerimizin ormandan kestikleri ağaçlarla sallar yapıldı. Biz salla karşıya geçerken, nehir suyu bizi sürükledi. Bu sürüklenme ve salın dağılması sonucu, annemi Soçi Nehri’nin azgın sularında bıraktık. Soçi Limanı’na varmadan, beş kişi olarak çıktığımız ölüm yolculuğundaki ilk kaybımızı verdik. Yol boyunca kafileye katılanlarla birlikte, Soçi’ye doğru sanki bir insan seli olmuş akıyorduk. Yolumuz uzundu ve yağan yağmurlar yolu bataklık haline getirmişti. Yolculuğumuz sırasında geceyi güzergâhımızdaki mağaralarda geçirmeye karar verdiler büyüklerimiz. Geceyi geçireceğimiz mağarada, gece yarasaların saldırasına uğradık adeta. Islak giysilerle zaten uyuyamadığım gibi, yarasaların sesi de bu olayın tuzu biberi oldu. Babamı ve kardeşlerimi mağarada bırakarak biraz temiz hava almak için mağaranın kapısına çıktım. Perişan üst başım, çamurdan süpürgeye dönmüş saçlarımla yıldızları seyre dalmış ve içinde bulunduğum koşulları unutmaya çalışıyordum. Rüzgârla birlikte bulutlar sonrası dolunay bir sini gibi her yeri aydınlatıyordu. Yıldızlar sanki bize göz kırpıyor gibi parlıyordu. Ara sıra kayan yıldızları seyrederken yanı başımda bir ses duydum; – Bir dilek tuttun mu?
Soluma dönüp baktığımda, üstü başı benim gibi çamur
içinde kalmış, kısa kesilmiş saçları dolunayın aydınlattığı yüzünde yeni terlediği belli olan seyrek, kesilmemiş sakalı ile bir genç bana bakıyordu.
– Yoook yok! Ne dileği? Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra devam ettim. Olursa da sağ salim yerimize ulaşmamız olur. Görmüyor musun? Yol kenarları insan dolu. Onlarda bizim gibi kim bilir ne umutlarla yola çıkmışlar. Onların umutları yollarda kaldı. Tıpkı annemin umudu gibi! Bolluk içinde, özgürce yaşayacağımız yerleri düşlerken, çoğu insan umutlarını Soçi Irmağı’na ve Kabada Vadisi’nde bıraktı. Genç, gözlerini ayırmadan beni seyrediyordu. Bakışları bir oktu sanki, ruhumun ta derinliklerine kadar inen! Onunla konuşurken içim açıldı. Bir süre sessiz kaldık. Sessizliği genç bozdu:
– Kiminlesin sen?
– Babam ve iki kardeşimle; ırmağı geçerken bindiğimiz
sal parçalandı, annemi ırmağın sularına bıraktık.
Genç, bu anlatılanlardan sonra söyleyecek bir söz bulamadı. Yollarda onlarca dramatik olaylara tanıklık ettiğinden olsa gerek, söylenenleri kanıksamış göründü. Dolunayın aydınlattığı yüzde bir dinginlik, masumiyet ve güven hissi veren bir güzellik görüyordum. Farkına varmadan, genci dikkatlice inceliyordum. Seyrettikçe ruhumda bir ferahlama, bütün vücudumda ılık bir sıvının dolaştığını hissediyordum. Kendinden geçmişçesine genci seyrederken
zamanın nasıl geçtiğini ve nerede olduğumu unutmuştum ki mağara ağzındaki seslerle kendime geldim.
– Ben gideyim; kardeşlerim belki uyanır, babam şimdi beni merak eder, dedim ve gittim. Dönüp mağara ağzına doğru yöneldiğimde gencin hâlâ beni izlediğini sezinledim ve bana seslendiği de oldu ama ben gürültüden ne dediğini anlayamadım.
Gün ışımadan kafileler yola çıktı. Herkes kendi derdindeydi. Bir an önce limana ulaşma uğraşı veriyorlardı. Soçi Limanı’nda izdiham yaşanıyordu. Soçi Liman’ı son uğrakları olanlar, sokaklarda yatıyordu. Yanlarında bekleşen küçük çocuklar yürek burkuyordu. Çöplüklere atılmış insanları da herkes kanıksar olmuştu. Herkes bir gemiye bir an önce binme telaşındaydı. Türk gemiciler altın karşılığında yolcu taşıyor ve hasta olanları gemiye almıyorlardı. Limanda uzun süre kaldık. İnsanlar açlıktan, soğuktan kırılıyorlardı. Gördüğümüz manzara anlatılamayacak kadar hazindi. Bindiğimiz gemi kapasitesinin çok üzerinde yolcu ile yola çıktı. Gemiye salkım saçak binen göçmenler, Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı savaş veriyorlardı. Beşik gibi sallanan gemiden, kucağında çocuklarıyla düşen anneleri ve çocukları balıklar anında yok ediyordu. Kaptan da titizlikle seçip gemiye aldığı yolculardan hastalananları acımadan denize atıyordu. Zira gemide çeşitli hastalıklar baş göstermişti; kızamık, tifo, suçiçeği gibi.
Uzun yolculuk süresince açlıktan, hastalıktan, denize düşenlerden sonra; Soçi Limanı’nda binip İstanbul’a varan göçmen sayısı yolcuların üçte biri kadardı. Sağ kalanların da gemiden inecek ve ayakta duracak halleri yoktu. İstanbul’da da bir süre bizi beklettiler, sonra sürekli kalacağımız yerleşim yerlerine gönderdiler. Kağnılarla başlayan yolculuğumuz, Sakarya Nehri’nin doğu yakasındaki küçük bir tepenin yamacındaki birkaç hanelik bir yerde son buldu. Önce baraka olan konutumuzu süre içinde büyüttü babam. Büyük kardeş olarak evin işlerini ben üstlenmiştim.
Babam gece gündüz demeden çalışarak bize iyi bir yaşam ve gelecek hazırlama çabasındaydı. Çevremizdeki herkes de bizim gibi çile çekmiş insanlardı.
Yaşadıklarımızı unutmamak, kültürümüzü yaşatmak
için, her yıl, “Nart Ateşi Yakma” şenliklerini kutlamaya
başladık. Önce küçük gruplar derken, bu kutlamalar tüm Çerkes göçmenleri kapsayacak şekilde genişledi.
Babam, gelişimizden altı yıl sonra bizi kutlamaların yapılacağı komşu köydeki şenlik alanına götürdü. Ben o zaman yirmi bir yaşına basmıştım. Oraya tüm köylerdeki ve çevredeki Çerkesler gelmişti. Çeşitli şenlikler ve yarışmalar yapılıyordu. At üzerinde, belirlenen hedefe “ok atma” yarışması vardı. Süt beyaz atının üzerinde, ayakları üzengide, ayak bileklerinden dizi
ne kadar olan kısmıyla kendini ayakta tutan, atın üzerinde vücudunu bir yay gibi geren genç, elindeki ok ile hedefi tam on ikiden vurarak bütün seyircilerin alkışını aldı. Seyircileri selamlamak için atının üzerinde önümüzden geçerken tanıdım. Zaten o da gözleri ile kalabalığın içinde birisini arıyor gibiydi.
O an zihnimde bir şimşek çaktı. Bu delikanlı Soçi Nehri civarındaki mağaranın girişinde sohbet ettiğim, gönlümdeki ateşi yakan gençti. Beni görüp tanıyıp tanımadığına aldırmadan peşinden gittim. Arkadaşları onu kutlarken bir kenarda durup kutlamaların bitmesini bekledim, ama bir ara göz göze geldik. He
men ileri atılıp;
-Sen ha! Altı yıldır köy köy, kasaba kasaba, şimdi de il il dolaşıp aradığım sen. Benim “Su Perim” deyip bana sarıldı.
Bizi seyredenlerin meraklı bakışları arasında bir süre öyle kaldık.
Sohbetten sonra babamların olduğu yere beraber gittik ve babama tanıttım;
– Yolculuğumuz sırasında rastladığım arkadaşım…! Arkama dönüp;
– Sahi senin ismin neydi?
O heyecanla birbirimize isimlerimizi bile söylememiştik!
– Kuban, dedi – Benim adım da Almestin, dedim.
Kuban ile o gece; “Mezar Taşı Nöbetini” tuttuk. Sabah
leyin; “Sürgün Andını” okuduk.
Kuban, gece boyunca olanları anlattı:
– Seninle karşılaştığımız o gece, gönlüme bir ateş düştü. Elmas gibi parlayan gözlerinle, çamurdan süpürgeye dönmüş ama altın sarısı saçlarınla, tüm umutsuzluğuna ve yaşama olan kızgınlığına karşın, yüzünün bir yerinde gizli olan o sevecen tatlı halinle, Soçi Irmağı’ndan çıkmış bir Su Perisi gibi, gönlüme akıp girdin. İşte yıllardır gönlümün o perisini arıyordum.
O sabah uyanır uyanmaz, mağaranızın önündeki kalabalıkta seni aradım. Seni bulamayınca, sorduğum kişiler; bazılarının çok erken yola çıktıklarını söylediler. Yola koyulduk.
Umudum, yolda sana rastlayacağım idi. Soçi Limanı’nın kalabalık olduğu haberini alan ailem yönümüzü Adler Limanı’na çevirdi. Ama ben o gecenin ayazında rastladığım “Su Perisini” unutamıyordum. İstanbul’a vardıktan sonra bizi Bursa’ya yerleştirdiler. Bursa’da, önce yakın çevreye yerleşmiş Çerkes göçmenlerde seni aradım. Daha sonra her yıl
“Nart Ateşi Yakma” şenliklerine, seni bulurum umuduyla, gittim ve gösterilere katıldım. Gösterilere katılma amacım da beni daha rahat görebilmeni sağlamaktı.
Altı yıl boyunca bizi yakıp kavuran ama o denli de di
rençli olmamızı sağlayan aşk ateşimiz, “Nart Ateşi Yakma” şenliklerinde kora döndü. Kuban ile bir yıl içinde evlendik. İşte bu mutluğumuzun meyveleri olan sizler oldunuz, dedi.
Babaannemin anlattığı bu öyküden sonra, ikimiz de yorgun çıkmış olacağız ki, bir süre oturduğumuz yerde konuşmadan oturduk. Kendimize geldiğimizde, babaannem;
– İşte o yolculuktan sonradır ki balık etini yemiyoruz; çünkü balıklar atalarımızı yediler! dedi.
Saygı ile dinledikten sonra sordum:
– Babaannenin ve dedenin ne güzel isimleri varmış babaanne, dedim.
– Doğrudur, kulağa hoş gelen isimlerimiz vardı biz Çer
keslerin. Süre içinde biz de benzeştik ama mümkün olduğu kadar kültürümüzü yitirmemek, dilimizi unutmamak için her yıl “Nart Ateşi Yakma” şenliklerinde bir araya geliriz. Kültürümüzü yeni nesillere aktarmaya çalışırız.
Ben babaannemi saygıyla seyrederken, inanıyorum ki o da babaannesini saygıyla anıyordu.
Şerif KAYA