AYTEN’E ÇİÇEK
“Ahh Suat’ım,
Bugün yine öğle güneşi perdeden içeri süzüldü. Desen desen ışıklar duvarda gezinip bir süre durdu. Senin en sevdiğin saatti bu… Hani bir gün, “Günün tam ortası ama ruhun en dingin olduğu an,” demiştin ya… İşte o anlardan biri yine geldi geçti. Ne garip… O zamandan beri her öğle, güneş ışığı aynı yere düşüyor gibi geliyor bana. Zaman durmuş da, her şey seni bekliyor gibi .Sanki sen birazdan kapıdan girip, “İki yudum kahve molası,” diyeceksin, ben de aceleyle fincanları çıkaracağım.
Camın önündeki kadife yüzlü koltuk hâlâ yerli yerinde. Mermer sehpa da öyle… Hiçbirine el sürmedim, yalnızca tozlarını alıyorum. Azıcık kaysalar, hemen eski yerlerine getiriyorum merak etme. Göz ucuyla kapıya bakıyorum bir yandan. Sanki… geleceksin.”
Ayten, Suat’ın gülümseyerek baktığı eski bir fotoğrafı avuçlarında tuttu bir süre. Parmakları çerçevenin köşesinde gezinirken, hüznü yüzünden okunuyordu. Gözyaşlarını ellerinin tersiyle sildi. Sehpaya koydu çerçeveyi ve kapıdan girince ilk Suat’ı göreceği şekilde yerleştirdi.
Suat’ tan kalan pek çok şey hâlâ Ayten’ in hayatındaydı. Belki de onlar sayesinde Ayten, hayatla bağını koparmamıştı.
Mermer sehpanın üzerinde bir de Rasim Özdenören’in “Denize Açılan Kapı” kitabı duruyordu. Suat’ın en son okuduğu kitaptı bu. 74. sayfanın arasında, kendi el yazısıyla yazılmış küçük bir alışveriş listesi vardı:
Taze nane, zeytin, Ayten’e çiçek.
Kitabın sayfalarını usulca çevirdi Ayten. Sayfaların arasında Suat’ın her sabah sürdüğü gül yağının kokusu duruyordu.
Alışveriş listesini aldı eline, “Ayten’e çiçek.“
Kaç yıl geçmişti bu satır yazılalı? Beş mi, altı mı? Ama mürekkep hiç solmamıştı. Sanki Suat dün yazmış gibiydi.
O son maddeyi her okuduğunda içi titrerdi Ayten’in. Çünkü o gün çiçekçinin önünde , Suat’ın elinde buldukları poşette sadece taze nane ve zeytin vardı…
Çiçek…
Ahh çiçekler…
Suat, çiçek almayı hiç ihmal etmezdi. Bahar aylarında menekşe, yazları yasemin…
Bir seferinde, kış ortasında saksıda bir çuha getirmişti. Soğuğun ortasında, sarı rengiyle sanki güneşi eve taşımıştı. Kışın kasvetli renklerini unutturan, evin havasını değiştiren bir çuha çiçeği…
O gün, Ayten mutfağa gidip Suat’ın en sevdiği mercimek çorbasını yapmış, mısırlar patlatılmış,sonra birlikte eski bir Yeşilçam filmi izlemişlerdi. Küçük, sıradan bir gündü. Ama Ayten’in zihninde o gün, çuha çiçeği gibi tazecik duruyordu.
“Bugün pazara gideceğim, Suat,” dedi ani bir kararla.
“Taze nane, zeytin… bir de kendime çiçek. Bu sefer senin yerine ben alacağım.”
Pazar çantası her zamanki gibi mutfak kapısının arkasında asılıydı. Suat’ın sağlığında her hafta pazara birlikte çıktıkları o eski bez çanta… Sapının biri diğerine göre biraz gevşemişti, zor duruyordu omuzlarında ama atmaya kıyamamıştı Ayten.
Birlikte yürürken Suat hep o sapı düzeltirdi. “Bunu yenilemenin vakti gelmedi mi daha Ayten hanım” derdi.
Giyinip hazırlanırken aynaya baktı Ayten.
Saçlarına griler serpilmişti, yüzünde Suat’ın “nazar boncuğu” diye adlandırdığı yaşlılık izleri vardı. Bunlara hiç aldırış etmezdi. Kendine zaten gri saçı yakıştırırdı.
Yavaş adımlarla sokağa çıktı. Nisan ayının yumuşak rüzgârı yüzünü şöyle bir okşadı. Kuş sesleri, sokaktan gelen çocuk kahkahaları… İçindeki kara bulutları biraz olsun dağıttı.
Pazar yerinin girişinde çiçekçilerin tezgâhları rengârenkti. Mor menekşeler, bembeyaz papatyalar, hüsnüyusuflar…
Ama Ayten’in gözü kocaman bir saksıda iç içe duran sarı çuha çiçeklerine takıldı.
Elini uzattı, yapraklarına dokundu.
“Bunu alayım,” dedi çiçekçiye.
“Her mevsimin çiçeği ayrı güzeldir demişti eşim. Eğer gözün güzel bakmayı bilirse tabi…”
Parasını ödeyip, çiçeği nazikçe çantasına yerleştirdi.
“Aman devrilmeyesin ha,” diyerek tembihledi sarı çuha çiçeğini.
Eve dönünce çuhayı pencere kenarına, Suat’ın her öğle ışığını izlediği yere koydu. Yanına da küçük bir not iliştirdi:
“Ayten’e çiçek.”
Bu kez kendi el yazısıyla…
“Ve o her zaman oturduğun kadife yüzlü koltuk, çayını soğumaya bıraktığın mermer sehpa,sonsuza dek boş kaldı… “